Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель ПрустЧитать онлайн книгу.
dolu mavi çömlek, bir vazo ve eski bir çerçeve içindeki pudralı saçları mavi çiçeklerle süslenmiş, elinde bir demet karanfil tutan bir kadının silüeti. Koridorun sonuna geldiğimde, hiçbir odaya açılmayan düz duvarda basitçe: “Artık geri dönmen gerekiyor, ancak gördüğün gibi burası senin de evin sayılır.” derken, lafa atlamayı ihmal etmeyen yumuşak halıysa, uykunun tutmadığı takdirde yalın ayakla üstünde gezebileceğimi hatta kırlara açılan panjursuz pencerelerin de bütün gece ayakta olacağını ve saatin kaç olduğuna bakmaksızın kimseyi rahatsız etmediğim takdirde yanlarına gitmekten çekinmemem gerektiğini de söylüyordu. Asılı duran perdenin arkasına gizlenmiş, duvarın kenarında duran, suçlu bir insan misali saklanan ve ay ışığıyla masmavi parıltılar saçan o küçük camının arkasından bana korkmuş bakışlar atan bir büfe gözümden kaçamadı. Yatağıma döndüm, ancak kuş tüyü yorganın, sütunların, zarif şöminenin varlığı dikkatimin, Paris’in ötesine gitmekte olan düşler trenime binmesine engel oldu. Uykumuzu sarıp sarmalayan, etkileyen, değiştiren, onları şu ya da bu geçmiş izlenimler dizisiyle aynı hizaya getiren de bu özel dikkatlilik hâli olduğu için, ilk gece rüyalarımı dolduran görüntüler, zihnimde çizmeyi alışkanlık hâline getirdiklerimden tamamen farklı bir anıdan esinleniyordu. Eğer uyurken kendimi sıradan anılarımı hatırlamaya sürüklemek isteseydim, alışık olmadığım yatak, döndüğüm zaman birçok uzuvlarımın pozisyonunu düzeltmek zorunda olduğum rahatsız edici dikkat duygusu hatalarımı düzeltmek, onları çözüme kavuşturmak ve hayallerime yeni bir seyir güzergâhı çizmem için yeterliydi. Dış dünyayı algılamamız aslında uykuyla aynıdır. Alışkanlıklarımızı şiirsel hâle getirmek için yalnızca bir değişikliğe ihtiyaç vardır; soyunurken farkında olmadan yatağın üzerinde uyuyakalmamız, hayal dünyamızın boyutlarının değişmesi ve güzelliğinin hissedilmesi yeterlidir. Uyanıp saatimize baktığımızda ‘dört’ olduğunu görürüz; saat daha sabahın dördüdür fakat bütün gün geçip gitmiş gibi düşünürüz; bu birkaç dakikalık uyku sanki göklerden bir emir sonucunda inen bir imparatorun altın tacı misali göz alıcı gelirdi. Sabahleyin büyükbabamın hazır olduğunu ve Méséglise tarafına doğru gitmek için beni beklediğini düşünüp üzülürken, penceremin altından geçen bir alay grubunun gürültüsüyle uyandım. Fakat defalarca kez araya giren -bunlardan bahsetmemin sebebi, insanlar yaşadıkları hayatı düzgün bir şekilde tasvir edemezler ta ki birisi çıkıp, denizin çevrelediği bir koy misali etrafını sarmalayan, dibe batmış düşünceleri gösterene kadar- uyku tabakası, müziğin şokunu kaldıracak kadar güçlü olduğundan hiçbir şey duymadım. Bazı sabahlarda bir anlığına da olsa dayanamadım; ama yine de uyumuş olmanın verdiği kadifemsi yumuşaklığında olan bilincime (lokal anesteziden sonra, ilk başta yapılan dağlama işlemine tamamen hissiz kalan, daha sonra hafif bir yanma hisseden uzuvlar misali), belli belirsiz, harika bir sabah cıvıltısıyla okşayan fifrelerin25 tiz notaları nazikçe nüfuz ediyordu; sessizliğin müziğe dönüştüğü bu kısa kesintiden sonra, daha süvariler geçmeden bile uykuya geri dalıyor; yeni tomurcuklanmış, fışkıran çiçek demetinin güzelliklerinden beni mahrum ediyordu. Bilincimin bu fışkıran sapların okşadığı kısmı o kadar dar, o kadar uykuyla kısıtlanmıştı ki, daha sonra Saint-Loup bana bandoyu duyup duymadığımı sorduğunda oradaki enstrümanların sesinin, gün boyunca en ufak bir gürültünün ardından kasabanın asfalt sokaklarından yankılanan sesler kadar hayalî olmadığından artık emin olamıyordum. Belki de bu sesi, uyanma korkusuyla ya da uyanıp geçit törenini görememe korkusuyla rüyamda görmüştüm. Çünkü çoğunlukla, gürültünün beni uyandıracağını düşündüğüm anda aksine istifimi bozmadan uyumaya devam ettiğimde, sonraki bir saat bir yandan pineklerken bir yandan da uyanık olduğumu hayal eder, beni bundan mahrum bırakan fakat yanılsamalarını gördüğüm izlenimine kapıldığım çeşitli sahneleri uykumun ekranında cılız gölgeler şeklinde kendi kendime canlandırırdım.
Gün içinde yapmaya niyetlendiğimiz bir şeyi, bir anda ortaya çıkan uyku nedeniyle ancak rüyada, yani seyri uyku tarafından çarpıtıldıktan sonra bilincimizin aktif olmadığı yerde gerçekleştirebiliriz. Aynı durum farklı dallara ayrılarak bambaşka bir şekilde son bulabilir. Söylenen onca şeye rağmen, uyurken yaşadığımız dünya o kadar farklıdır ki uyumakta güçlük çeken insanların birinci önceliği bu dünyaya girmektir. Saatlerce gözleri kapalı çaresizce kurduğu, gözleri açıkken ki düşündüklerine de benzer düşünceler zihinlerinde dönüp durduktan sonra, düşünme yasalarının biçimsel çelişkisindeki bir argümanın ağırlığı altına sürünerek girdikleri o son dakikada yeniden cesaret buluyorlar; bunun farkına varmaları ve bu kısa ‘dalgınlık’, belki de şu anda gerçeklik algısından kaçabilecekleri, ‘iyi’ bir gece geçirmelerini sağlayacak olan aşağı yukarı biraz uzakta olan dinlenme alanına ilerleyebilecekleri bir kapının açık olması anlamına geliyordur. Zira çoktan sırtımızı gerçekliğe döndüğümüzde, bir yandan ‘kendi kendini telkin’ edenlerin -cadılar gibi- hayalî hastalıklara ya da sinirsel bozuklukların tekrarlanmamasına karşı sihirli karışımlar hazırladığı, bir yandan da bilinçsiz uyku sırasında biriken fırtınanın uykuyu bölecek kadar kuvvetle patlak vereceği saati kolladıkları mağaraya ulaştığımızda büyük bir adım atmış oluruz.
Oradan çok da uzakta olmayan özel bir bahçede garip çiçekler gibi birbirinden çok farklı uyku türleri yeşerir: Bünyesinde barındırdığı fazla sayıdaki eter özünden dolayı uykuyu tetikleyen tatula, belladonna, afyon, kediotu çiçeklerinin kokusunu içlerine çekmekten başka bir niyeti olmayan ziyaretçiler, uzun saatler boyunca tuhaf rüyalara, şaşkın şaşkın etraflarına bakmalarına sebep olacak o dokunuşu yaptığı güne kadar kapalı kalırlar. Bahçenin sonundaki manastırın açık pencerelerinden, uykuya dalmadan önce anlatılan ve yalnızca uyanıldığı zaman hatırlayacakları derslerin sesleri duyulur; o esnada uyanılan anın habercisi olan biyolojik saatin tik takları yankılanır; bu endişemiz bu saati öylesine kusursuz ayarlamıştır ki uyandırmak için odaya giren hizmetkârımız: “Saat yedi oldu.” diyemeden önce bizi uyanık ve hazır bir hâlde bulur. Rüyalarımıza açılan, içinde aşk üzüntülerini maziye gömme işinde başarısız olan hatta bazen anımsamalarla büyük bir kâbusa dönüşen bu odanın loş duvarlarında, uyandıktan sonra bile rüyalarımızın hatıraları asılı kalır; fakat öylesine karanlıkta kalmıştır ki bu hatıralar, onları ancak öğleden sonra benzer bir fikrin yaydığı yayvan ışıltılarla gelişigüzel üzerlerine yansıdığında görürüz; bazıları biz uyurken parlak bir ahenge sahiptirler fakat öylesine biçimsiz bir hâle bürünürler ki onları tanıyamadığımızdan, bir an önce, çürümüş cesetler ya da çok ciddi şekilde hasar görmüş neredeyse toz hâline gelmiş, en yetenekli restoratörün bile eski hâline getiremeyeceği harabeler misali toprağın altına gömmek isteriz. Kapının yanında bulunan bir taş ocağında derin uykularımız, beyni kırılmaz bir sırla kaplayan maddenin onarımı araştırmak ve uyuyan kişiyi uyandırmak için, sahip olduğu irade, güneşin altın gibi parıldadığı sabahlarda bile, genç bir Siegfried gibi tüm gücüyle darbeler indirmek zorunda kalır. Bunun ötesinde, doktorların akılsızca, uykusuzluktan daha çok bizi yorduğunu ileri sürdüğü, oysa aksine, düşünen kişilerin düşünce baskısından kurtulmasını sağlayan kâbuslar yer alır; aslında bu kâbuslar, hızla iyileşmesi için müdahale edilmeyen, ciddi bir kaza sonucunda hayatlarını kaybeden akrabalarımızın hayalî albümleridir. Öldükleri ana kadar onları küçük bir fare kafesinde tutarız; beyaz farelerden daha ufak bedenleri büyük kırmızı noktalardan filizlenen tüylerle kaplı ve aynı zamanda Cicerovari bir konuşma tarzına sahiptirler. Bu albümün yanında, uyandıran bir plak döner; bunun sonucunda bir an için, elli yıl önce yıkılmış bir eve apar topar dönmek zorunda kalmanın sıkıntısına teslim oluruz; yalnız diskin dönmeyi bıraktığında sunduğu ve açık gözlerle göreceğimiz şeyle
25
Üflemeli bir müzik aleti, İngilizlere özel bir çeşit düdük. (ç.n.)