Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель ПрустЧитать онлайн книгу.
bir yüzbaşı; bizi evinde misafir etmekten oldukça memnun oluyor. Yine de o gerçek bir dost.” Oysa Paris yakınlarına atanmak için çeşitli bağlantılar kurmaya çalışan M. de Borodino, Beauvais’de görevlendirdiğinde, pılını pırtını toplayıp taşındı ve Doncières tiyatrosuyla birlikte bu iki müzikal çifti de tamamen unuttu; birlikte sık sık aynı masaya oturdukları ne yarbay ne de tabip subay hayatlarının geri kalanında ondan tek bir haber bile almıştı ve bu durum karşısında ona büyük bir öfke duydular. Bir sabah, Saint-Loup büyükanneme benim hakkımda bilgi vermek için mektup yazdığını ve Doncières ile Paris arasında telefon bağlantısı olduğundan benimle konuşmak için bunu kullanabileceğini önerdiğini itiraf etti. Kısacası, o gün büyükannem beni arayacaktı ve bana dörde çeyrek kala sularında postanede olmamı tavsiye etti. Telefon o tarihte şimdiki kadar yaygın olarak kullanılmıyordu. Hâl böyle olunca alışkanlık, temas hâlinde olduğumuz kutsal güçlerin gizemini o kadar kısa sürede ortadan kaldırıyordu ki, telefon çağrım tek seferde gerçekleşmeyince tek düşündüğüm bunun çok yavaş olduğu ve hiç de iyi idare edilmediğiydi, hatta şikâyet etme noktasına geliyordum. Günümüzde hepimizin yaptığı gibi benim de yeterince hızlı bulmadığım, hoşuma gitmeyen bu beklenmedik değişimler aslında takdire şayan bir sihirbazlıktır; bu sihirbazlığın konuşmak istediğimiz kişiyi görünmez ama sanki gerçek gibi yanı başımıza getirmesi için birkaç dakika yeterlidir; yaşadığı kasabadaki (büyükannem için bu olay Paris’ti) kendi masasında otururken, bizimkinden başka bir gökyüzünün altında, hatta farklı bir hava koşullarında, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ancak bize haber vereceği koşulların ve endişelerin ortasında ansızın, hayal gücümüzün istediği bir anda kendisini (kendisini ve içinde bulunduğu tüm çevreyi) yüzlerce mil uzaklıkta, kulağımızın hemen yanı başında bulur. Bir büyücüden dilek dileyen ve büyükannesini ya da nişanlısını, bir kitabın sayfasını çevirirken, gözyaşlarını dökerken, çiçek toplarkenki hareketlerini olağanüstü berraklıkla, aktrisin izleyicisiyle olan mesafesi kadar yakın ama aslında bir o kadar uzakta, o an gerçekten bulunduğu yerdeki hâllerini gören bir masal kahramanı gibiyiz. Mucizeyi gerçekleştirmek için yapmamız gereken tek şey sihirli deliklere dudaklarımızı yakınlaştırmak ve: Yüzlerini hiç görmeden her gün seslerini duyduğumuz gözünü kırpmadan telefonun başında bekleyen Toy Kızlara; kapılarının arkasından kıskançlıkla bakan, baş döndürücü karanlıklar âlemindeki Koruyucu Meleklerimize; onları görmemize izin vermeden yokluğun ortasında bir anda yanı başımızda beliren Yüce Varlıklara; hiç durmadan boş çömleklerini sesiyle dolduran Danaus’un kızlarına; kimsenin bizi duymamasını umut ederek bir arkadaşımıza sırrımızı mırıldanırken acımasızca: “Seni duyuyorum!” diye bağıran alaycı Erinyelere; Gizem’in çileden çıkmış daimî hizmetkârları ve Görünmeyen’in şüpheli rahibeleri olan Telefonun Genç Kızlarına seslenmektir -bazen olması gerektiğinden daha uzun sürdüğünü kabul ediyorum-.
Sesimiz yankılanır yankılanmaz, sadece kulaklarımızın mühürlenmediği hayaletlerle dolu gecede o ince ses, o soyut ses -mesafeleri ortadan kaldıran sesin ta kendisidir- duyulur ve sevilen kişinin sesi bizimle konuşur.
Konuşan ses, yanı başımızda yankılan o ses, onun sesidir. Ama ne kadar da uzakta! Sesi kulağıma bu kadar yakın olan kişiyi uzun saatler süren yolculuk yapmadan görmenin imkânsızlığıyla yüzleşirmişçesine bu sesi her duyduğumda acı çekiyor, elimizi uzattığımızda sevdiğimiz insanlara ulaşacak, onları tutacakmışız gibi hissettiğimiz bir anda aslında onlardan ne kadar uzak olduğumuzu, konuşmaların sahte ve çok hoş birer yanılsamadan ibaret olduğunu daha net hissediyordum. Öylesine yakındı ki bu ses, hakiki bir hicranın içinde gerçek bir mevcudiyeti hissettiriyordu. Fakat aynı zamanda ebedî bir ayrılığın da habercisiydi! Tekrar tekrar yankılanan bu sesi, çok uzaklardan benimle konuşan kişiyi görmeden bu şekilde dinlerken, başta derinlerden gelen bir çığlık sesi beliriyor ardından çıt çıkmıyor gibi geliyordu bana; bir gün, bir sesin (yalnız ve bir daha göremeyeceğim bir vücuda bağlı olmayan) kulağıma gelip fısıldadığı kelimelerin dudaklarımdan çıkarken sonsuza kadar küle dönüşeceğinin, bunu yaptığı zaman kalbime saplanacak olan sıkıntının farkındaydım.
Ne yazık ki o gün öğleden sonra Doncières’te bir mucize gerçekleşmedi. Postaneye ulaştığımda, büyükannemin çağrısı çoktan alınmıştı; kabine girdim; hat meşguldü; muhtemelen ona cevap verecek kimsenin olmadığını anlamayan birisi konuşmasını sürdürüyordu; ahizeyi kulağıma götürdüğümde cansız demir parçasından saray soytarısını andıran sesler gelmeye başladı; bir kuklayı kancalı dolabına asarak susturmaları gibi onu da kancasına takarak susturdum fakat ahizeyi elime alır almaz saray soytarısı misali gevezeliğine kaldığı yerden devam etti. Sonunda, hattın öteki tarafındaki kişiyi umutsuzluğuyla baş başa bırakarak ahizeyi tamamen bırakmak üzere kancaya asarak, gevezeliğini son ana kadar sürdüren bu gürültücü aletin çırpınmalarını bastırdım ve santral operatörünü bulmaya gittim, bana çok kısa bir süre beklememi söyledi; ardından konuştum ve birkaç saniyelik sessizlikten sonra birdenbire çok iyi tanıdığımı zannettiğim o sesi duydum, yanılmışım; çünkü o zamana kadar büyükannem benimle her konuştuğunda, söylediklerini, gözlerinin büyük ölçüde rol aldığı yüzünün açık hâlinden anlamaya alışmıştım; lakin ilk defa o gün öğleden sonra sesinin kendisini duyuyordum. Sesiyse, bir bütün hâlinde, oranları hiç değişmemiş gibi göründüğünden ve tek başına, yüzünün ve çehresinin eşlik etmediği bir hâlde bana ulaştığından, ne kadar hoş bir sese sahip olduğunu ilk kez o an keşfettim; belki de hiç bu kadar tatlı olmamıştı; çünkü benim yalnız ve mutsuz olduğumu bilen büyükannem, terbiye esasları gereği genellikle kısıtladığı ve sakladığı sevgisini artık tutamayacak noktaya geldiğini düşünmüştü. Sesi tatlıydı ama bir o kadar da üzgündü de; ilk başta tatlılığından ötürü, -bu sese sahip insan sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi- her türlü bencillikten, başkalarına karşı sergilediği her türlü dirençten arındırılmış bir tatlılıktı âdeta; narinliğinden dolayı öylesine kırılgandı ki gözyaşı seline boğulmak için küçük dokunuşu bekliyor gibi görünüyordu; ses bütün çıplaklığıyla yanımda tek başına belirdiğinde, ömrü boyunca onu yaralayan bütün üzüntüleri ilk kez fark ediyordum.
Peki, kalbimi parçalayan bu yabancı duyguyu bana hissettiren şey, yalnız başına olan bu sesin ta kendisi miydi? Hiç sanmıyorum; bu daha ziyade soyutlanan sesin bir sembolüydü, bir tür gösterimiydi, başka bir soyutlanma olan ilk kez benden ayrı kalmış büyükannemin doğrudan bir sonucuydu. Hayatımın olağan seyri içinde büyükannemin sürekli bana verdiği talimatlar ve koyduğu yasaklar, ona karşı hissettiğim sevgiyi etkisiz hâle getiren itaat etme sıkıntısını ya da isyan ateşini o anda ortadan kaldırıyordu, aslında bu durum sonsuza kadar da sürebilirdi (büyükannem artık beni kendi kontrolü altında tutmakta ısrar etmediğinden, temelli Doncières’te kalacağımı ya da ziyaretimi uzatabildiğim kadar uzatacağımı umduğunu hareketlerinde belli ediyor, bunun sağlığım ve çalışmalarım konusunda faydalı olabileceğini düşünüyordu) ayrıca, çınlayan bu küçük demir parçasını kulağıma tuttuğum zaman, şimdiye kadar geçen her gün tutarsız baskılardan kurtaran ve o andan itibaren karşı konulmaz bir hâle bürünen, beni alıp uzaklara götüren şey tamamen karşılıklı beslediğimiz sevgiydi. Büyükannemin kalmamı söylemesi bende, delice ve hevesli bir şekilde geri dönme özlemini uyandırdı. Hiçbir zaman yapmasını hayal dahi edemediğim ancak gelecek için bana bahşettiği özgürlük hissiyatı bir anda bana onun ölümünden sonraki (ben onu hâlâ çok severken, onun beni sonsuza kadar terk ettiğindeki) özgürlük kadar üzücü görünmeye başladı. “Büyükanne! Büyükanne!” diye haykırdım; onu öpmek istedim; fakat tek sahip olduğum şey onun sesiydi, büyükannem öldüğünde muhtemelen beni tekrar ziyaret eden bir hayalet gibi elle tutulamayan