Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель ПрустЧитать онлайн книгу.
günki hislerimle kıyaslanabilen türden bir sıkıntıydı. Manevi dünyaya gitmesine izin verdiğim dost canlısı bir hayaletmiş gibi görünüyor, cihazın karşısında bir başıma durmuş: “Büyükanne, büyükanne!” diye tekrarlamaya devam ediyordum boşu boşuna, ölen sevgilisinin ardından tekrar tekrar adını söyleyen Orpehus misali. Postaneden ayrılıp restorana giderek Robert’i bulup ona, benim Paris’e geri dönmeme sebep olacak bir telgrafın gelme ihtimaline karşı ne pahasına olursa olsun tren saatlerini öğrenmesini istediğimi söylemeye karar verdim. Fakat bu karara varmadan önce son bir kez daha Gecenin Kızları’na, Sözcük Elçileri’ne, çehresiz, bedensiz Mabut’lara danışmam gerekiyormuş hissiyatına kapıldım; fakat kaprisli Muhafızlar bir kere daha mucizevi kapılarını açmaya tenezzül dahi etmemişlerdi ya da belki de açamamışlardı; empresyonist tablolar koleksiyoncusu ve motorlu arabaların sürücüsü (Yüzbaşı Borodino’nun yeğeni olan) genç Prens’e ve matbaanın saygıdeğer mucidine boşu boşuna danışmışlardı; Gutenberg ve Wagram bu yalvarışlarını cevapsız bırakmıştı ve Görünmeyen’in benim serzenişlerim karşısında kulağını kapattığını hissettiğimden oradan ayrıldım.
Robert ve arkadaşlarının yanına gittiğimde, kalbimin artık onlarla birlikte olmadığını, ayrılığımın artık geri dönülemez bir şekilde kesinleştiğini onlardan sakladım. Saint-Loup inanmış gibi görünüyordu; fakat daha sonradan öğrendim ki, ilk andan itibaren kararsızlığımın sahte olduğunu ve ertesi gün beni bir daha orada göremeyeceğini anlamış. Arkadaşları da önlerindeki yemekleri soğuma pahasına bırakarak beni Paris’e götürecek olan trenin tarifesini arayan Saint-Loup’ya katıldıkları sırada bir yandan da yıldızlı, soğuk gecede lokomotiflerin çıkarttığı sesleri işitirken arkadaşlarının dostluğunu ve uzaktan geçen trenin bana hissettirdiği huzuru diğer akşamlarda olduğu gibi hissedemiyordum. Yine de bu akşam görev edindikleri bu eylemi farklı bir şekilde yerine getirerek beni hayal kırıklığına uğratmadılar. Ne yapılacağına odaklanan daha normal, daha sağlıklı olan Robert’in arkadaşlarının ve diğer güçlü varlıkların, sabah akşam Doncières ve Paris arası git gel yapan, büyükannemden günlük olarak gelme ihtimalini bana sunan, yoğun ve uzun süreli katlanılmaz soyutlamalardan beni kurtaracak olan trenleri gösterdiklerinde artık kendi başıma düşünmek zorunda olmadığımdan, ayrılışım beni eskisi kadar çok kahretmiyordu.
“Söylediklerinin doğruluğundan ya da henüz gitmeyi düşünmediğimden bir şüphem yok.” dedi Saint-Loup gülümseyerek. “Ama sen yine de gidiyormuşsun gibi yap ve yarın sabah erkenden benimle vedalaş, aksi takdirde gün içinde seni görememe riskim var; yarın öğle yemeğine dışarı çıkacağım, Yüzbaşı’dan izin aldım; saat iki olmadan kışlaya dönmüş olmam gerekiyor çünkü akşama kadar yürüyüş yapacağız. Öğle yemeği için buradan birkaç mil uzaklıktaki bir adamın evine gideceğim, o beni zamanında yetiştirecektir.”
Otelimden beni bilgilendirmek için gelen haberciyle Saint-Loup’nun sözleri yarım kalmıştı; santral operatörü beni çağırması için haber yollamıştı. Kapanma saati yaklaştığından postaneye koşarak gittim. Görevli benimle konuşurken her cümlesine sürekli ‘şehirlerarası konuşma’ kelimesini ekliyordu. Büyük bir endişe içindeydim çünkü beni arayan kişi büyükannem idi. Postane kapanmak üzereydi. Nihayet bağlantı kurabilmiştim. “Büyükanne, sen misin?” Ağır bir İngiliz aksanına sahip bir kadın sesi cevap verdi: “Evet ama sesinizi tanıyamadım.” Benimle konuşan sesi ben de tanıyamamıştım; üstelik büyükannem bana siz demezdi, sen derdi. En sonunda her şey açıklığa kavuştu. Büyükannesi tarafından aranan genç adamın adı neredeyse benimkiyle aynıydı ve otelin diğer binasında kalıyordu. Tam da büyükanneme telefon ettiğim gün gelen bu çağrı üzerine, arayan kişinin büyükannem olduğundan bir an için bile şüphe etmemiştim. Oysa postane ve otelin de aynı zamanda hata yapması tamamen bir tesadüftü.
Ertesi sabah geç kalktım ve öğle yemeğine davet edildiği kır evine çoktan gitmiş olan Saint-Loup’ya yetişemedim. Saat bir buçuk sularında, Robert döndüğünde orada olmak için kışlaya gitmeye karar vermiştim ve o tarafa doğru giden caddelerin birinden geçerken benim gittiğim güzergâhta ilerleyen üstü açık iki tekerlekli bir at arabası öylesine yakınımdan geçti ki kendimi yolun kenarına atmak zorunda kaldım; arabayı gözünde monokl gözlüğü olan bir astsubay kullanıyordu; Saint-Loup’ydu. Yanında, öğle yemeğinde misafir olduğu ve daha önce yemek yediğimiz otelde tanıştığım arkadaşı vardı. Yalnız olmadığı için Robert’e bağırmaya cesaret edemedim, yine de durup beni de alması umuduyla, bir yabancının varlığından dolayı şapkamı sallayarak selam verip dikkatini çekmeyi başardım. Robert’in uzağı net göremediğini biliyordum; yine de beni gördüğü takdirde, tanıyacağını varsayardım; ki öyle de oldu, gerçekten benim selamımı gördü, karşılık verdi fakat durmadı; son sürat uzaklaşarak, gülümsemeden, yüzünde tek bir kas oynamadan, tanımadığı bir askerin selamına karşılık verirmişçesine elini bir dakika boyunca kepinin hizasında tutmakla yetindi. Kışlaya doğru koşmaya başladım ama epey yol vardı; vardığımda alay meydanda içtima sırasına giriyordu; orada durmama izin verilmedi; Saint-Loup’ya veda edemediğim için kalbim kırılmıştı; odasına çıktığımda çoktan gitmişti; alayın geçidini izleyen ‘kıdemli askerlerden’ biri, üniversite mezunu genç, yürüyüşten muaf olan askerlerden oluşma bir grubu soru sormak için çevirdim.
“Astsubay Saint-Loup’yu gördünüz mü acaba?” diye sordum.
“Geçit törenine gitti, efendim.” dedi kıdemli asker.
“Ben hiç görmedim.” dedi genç mezun.
“Hiç görmedin yani.” diye bağırdı kıdemli asker, benim varlığımı unutarak, “Bizim meşhur Saint-Loup’yu hiç görmedin yani, yeni jokey pantolonuyla inanılmaz görünüyordu! Yüzbaşı gördüğünde kim bilir ne tepki verecek!”
“Ah, jokey pantolonu mu! Bu çok iyiydi!” diye cevapladı hasta olduğu için ‘kışlada’ kalan, yürüyüşe katılmayan ve sıkıntılar yaşayan, kıdemli askerlere karşı korkusuzca lafını esirgemeyen genç mezun. “Jokey pantolonu dediğin şey sadece kumaş bir pantolon.”
“Efendim?” dedi kıdemli asker sinirle.
Genç mezunun söylediği kelimeleri düzeltmesine sinirlenmişti ama o bir Breton’du, Penguern-Stereden adındaki bir köyden geliyordu ve Fransızcayı bir İngiliz ya da bir Alman kadar zor öğrenmişti; ne zaman aklından geçirdiği şeyleri ifade etmekte güçlük çekse ‘Efendim?’ diyerek uygun kelimeyi bulmak için zaman kazanır, kelimeleri toparladıktan sonra konuşmasına başlar, diğerlerinden daha iyi bildiği birkaç kelimeyi tekrarlamakla yetinirdi ama tüm bunları yaparken telaffuzuna aşina olmadığı kelimelerden sakınmak için acele etmezdi.
“Ah! Demek sadece kumaş bir pantolon.” diye karşılık verdi, söyleyişinin hızı azaldıkça artan öfkesiyle. “Ah! Demek sadece kumaş bir pantolon; ben sana onun bir jokey pantolonu olduğunu söylüyorsam, sa-na öy-le ol-du-ğu-nu söy-lü-yor-sam, sa-na öy-le ol-du-ğu-nu söy-le-diy-sem bunu bildiğimden söylemişimdir.”
“Peki madem.” diye cevap verdi genç mezun, onun bu argümanı karşısında tüm gücünü kaybederek. “Sakin ol bakalım, ihtiyar.”
“İşte bakın! Yüzbaşı da geliyor. Özellikle şu Saint-Loup’ya bir bakın; bacağını öne atma şekline bakın ve sonra kafasına bakın. Astsubay demeye bin şahit ister! Hele bir de o monokl gözlüğü yok mu!”
Varlığımdan hiç utanmamış gibi davranışlarına devam eden askerlere, benim de pencereden bakıp bakamayacağımı sordum. Ne itiraz ettiler ne de bana yer açmak için yerlerinden kımıldadılar. Yüzbaşı Borodino’yu ihtişamlı bir şekilde atını tırısa kaldırırken gördüm,