Biz. Евгений ЗамятинЧитать онлайн книгу.
yanaştı ve gözlerinin vahşi ateşini perdelerle kapatıp, içeride, kendi pençelerinin ardından, bana bu sefer tam ciddi gelen (beni yumuşatmak için olabilir), çok akıllıca bir laf söyledi:
“Bir zamanlar insanların bu tip şeylere katlanıyor olmasını siz de şaşırtıcı bulmuyor musunuz? Üstelik sadece katlanmamış, bir de önlerinde eğilmişler. Ne köle bir ruh! Öyle değil mi?”
“Açık… Ben istiyorum ki…” (Şu kahrolası “açık”.)
“Evet, anlıyorum. Ama yine de işin özünde bu hâkimler, onların hükümdarlarından ellerinden geldiklerince daha başarılıydılar. Onları neden tecrit etmediler? Neden yok etmediler? Bizde…”
“Evet, bizde…” diye başladım. Birden kahkaha attı. Bu gülüşün çınlamasını, sertliğini, kırbaç gibi olan esnekliğini, eğriliğini gözlerimle gördüm.
Hatırlıyorum, tüm vücudum titremişti. İşte – bunu kavramak lazım- şunu hatırlamıyorum… Ne olursa olsun bir şey yapmak lazımdı. Mekanik bir şekilde altın rozetimi açtım ve saate baktım. 5’e on vardı.
“Gitme zamanının çoktan geldiğini fark etmediniz mi?” Bunu yapabileceğim en kibar şekilde söyledim.
“Ya sizden burada benimle kalmanızı isteseydim?”
“Dinleyin, siz… Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? On dakika sonra kesinlikle konferans salonunda olmam lazım…”
“… Ve tüm Numaralar ayarlanan Sanat ve Bilim Kurslarına katılmakla yükümlüdür…”– I bunu benim sesimle söylemişti. Ardından perdelerini açtı. Gözlerini kaldırdı: Koyu perdelerinin içinde şömine alev alev yanıyordu:
“Tıp Bürosunda çalışan bir doktorum var, benim üzerime kayıtlı. Eğer istersem bize sizin hasta olduğunuzu gösteren bir belge verecektir. Ne dersiniz?”
Anlamıştım. Sonunda tüm bu oyunun nereye vardığını sonunda anlamıştım.
“Bu ne cüret! Biliyorsunuz musunuz, işin aslı, her şerefli Numara gibi, hemen Korucular Bürosuna gitmeliyim ve…”
“Ama işin aslı öyle değil…”(Keskin ısırık şeklinde gülücük belirdi.) “İnanılmaz ilgimi çekti; büroya gidecek misiniz gitmeyecek misiniz?”
“Siz kalıyor musunuz?” dedim ve kapının kolunu tuttum. Kapının kolu bakırdı ve benim sesimin de aynı bakır gibi olduğunu işittim.
“Bir dakika… Olur mu?”
Telefona yaklaştı. Numara’nın birini çağırdı; o kadar telaşlıydım ki kim olduğunu anımsamıyorum. Yüksek sesle söyledi:
“Sizi Eski Ev’de bekleyeceğim. Evet, evet, tek başıma…”
Soğuk bakır kolu çevirdim:
“Aero’yu almama izin verecek misiniz?”
“Ah, evet, tabii ki! Lütfen…”
Orada, girişte güneşin altında, yaşlı kadın bir bitki gibi uyukluyordu. Sımsıkı kapalı ağzının açılıp konuşmaya başlamasına tekrar şaşırdım:
“Ne o, sizinki orada tek mi kaldı?”
“Evet, tek.”
İhtiyarın ağzı tekrar kapandı. Başını salladı. Anlaşılan ihtiyarın zayıf beyni bile o kadının aptallığını ve riskli davranışlarını kavramıştı.
Tam 17’de dersteydim. Ve nedense birden ihtiyara yalan söylediğimi fark ettim: I orada tek başına değildi. Belki de bu -ihtiyarı istemsizce aldatmış olmak- beni rahatsız etti ve dersi dinlememe engel oldu. Evet, yalnız değildi ve mesele de buydu.
21.30’dan sonra boş zamanım vardı. Bugün Koruyucular Bürosu’na gitmem ve bir dilekçe yazmam mümkündü.
Ama bu aptal hikâyeden fazlasıyla yorulmuştum. Ve dilekçe için resmi süre iki gündü. Yarın veririm, tam 24 saat var diye düşündüm.
7. KAYIT
Gece… Yeşil, turuncu, mavi; kırmızı kral denilen müzik aleti; portakal gibi sarı renkte bir elbise görünüyordu. Ardından bakır Buda birden bakır göz kapaklarını kaldırdı ve Buda’dan su akmaya başladı. Sarı elbiseden de su akmaya başladı, suyun damlaları aynada süzüldü, büyük yataktan ve çocuk yataklarından su sızmaya başladı. Şimdi de ben, kendim ve ölesiye tatlı bir dehşet…
Uyandım: Loş, mavimsi ışık… Cam duvar, cam koltuk ve masa, hepsi parıldıyor. Bu ortam beni sakinleştirdi, kalbim gümbür gümbür atmıyor artık. Su, Buda… Bu saçmalık da ne? Açık ki hastayım. Önceden hiç rüya görmezdim. Eski zamanlarda rüya görmenin çok sıradan ve normal bir olay olduğunu söylüyorlar. Evet, ne de olsa onların tüm hayatları öyle korkunç bir dönme dolap gibiymiş ki… Yeşil, turuncu, Buda, su… Ama biz rüyaların ciddi bir psikolojik hastalık olduğunu biliyoruz. Ve benim beynim şimdiye kadar kronometrik olarak ayarlanmış, parlak, tek bir hatası bile olmayan mekanizmaya sahipti. Ancak şimdi… Evet, şimdi aynen şöyle: Ben, beynimde, sanki gözün içine kaçan incecik bir kirpik gibi, yabancı bir cisim hissediyorum. Gözüne kaçmış o kirpiği tüm bedeninle hissediyorsun, bir saniye bile unutmak mümkün olmuyor.
Yatağın baş ucunda; sağlam, kristal çan çaldı ve saat 07.00. Kalkma vakti. Sağımdaki ve solumdaki cam duvarlardan sanki kendimi, odamı, kıyafetlerimi ve binlerce kez tekrarlanan hareketlerimi görüyor gibiyim. Kendini devasa, güçlü ve tek bir şeyin parçası olarak görmek insanı canlandırıyor. Bu kesin bir güzellik; tek bir gereksiz jest, kıvrım, değişiklik yok.
Evet, Taylor kuşkusuz eski insanların en dâhisiydi. Onun, metodunu tüm yaşama, atılan her adıma, geçen her güne yayacak kadar düşünemediği doğru. Kendi sistemini bir saatten 24 saate kadar entegre etmeyi başaramadı. Ancak yine de eski insanlar Kant hakkında kütüphaneler dolusu yazabilirken on yüzyıl sonrasını görebilen kâhin Taylor’un zar zor farkına vardılar, hayret.
Kahvaltı bitti. Tek Devlet Marşı düzgün bir şekilde okundu. Dörtlü sıralar hâlinde, düzgün bir şekilde asansöre binildi. Motorların hafiften duyulan vızıltıları ve hızlıca aşağı, daha aşağı, daha da aşağı, hafiften bir kalp durması…
Ve sonra birden nedense tekrar o saçma rüya veya o rüyadan kaynaklanan belirsiz bir fonksiyon yaşadım. Ah! Evet, dün aeroda da yine böyle aşağı inmiştik. Mamafih her şey bitti: Nokta. Ve I ile birlikteyken ona böyle sert ve kararlı davranmam çok iyi oldu.
Yeraltı treniyle İNTEGRAL’in güneşin altında hareket edemeden duran, henüz ateşle yüceltilmemiş olan zarif bedeninin ışıldadığı yere doğru ilerledim. Gözlerimi kapatıp formülleri hayal ettim: İNTEGRAL’i dünyadan koparmak için gerekli olan başlangıç hızını aklımdan hesapladım. Saniyenin her atomunda İNTEGRAL’in kütlesi değişiyor (Patlayıcı yakıt sarf edilecek.). Denklem zihnimde ancak çok zor bir şekilde transendental büyüklüklerle ortaya çıktı.
Rüyadaymışçasına sabit sayısal dünyadayken birisi yanıma oturdu, hafiften dokundu ve: “Affedersiniz.” dedi.
Gözlerimi açtım ve önce (İNTEGRAL’in çağrışımlarından) büyük bir hızla uzaya doğru giden bir şey fark ettim: Bu bir kafaydı; yanlarında bulunan pembe kepçe kulakları sayesinde uçar gibi gidiyordu. Ardından, geriye doğru uzayan kafanın altında kambur sırtı ve ikiye bükülmüş bir S harfi…
Ve benim cebirsel dünyamın cam duvarlarından yine o hoş olmayan, bugün halletmem gereken kirpik…
“Hiç önemli değil, lütfen.” dedim ve yanımdakine