Biz. Евгений ЗамятинЧитать онлайн книгу.
veriyor.”
“Hayır, yalnız değildim, anlıyor musunuz? I-330’a eşlik ediyordum ve işte…”
“I-330? Sizin adınıza sevindim. Çok ilginç, yetenekli bir kadın. Çok hayranı var.”
Öyleyse… O yürüyüş sırasında… Hatta S, I’nın üstüne kayıtlı bile olabilir mi? Hayır ona bu konuyu açmak uygun olmaz, düpedüz mantıksız.
“Evet, evet! Öyle, öyle! Çok.” Ağzımı daha da genişletip tuhaf bir şekilde gülümsedim. Bu gülücükten sonra kendimi çıplak ve ahmak hissettim.
Matkap uçları içimde en derine indi, ardından hızlıca dönerek tersine, gözlerime çıktılar; S benimkinin iki misli daha fazla gülümseyerek başıyla beni selamladı ve çıkışa yöneldi.
Gazetemin ardına saklandım (Herkes beni izliyor gibi geliyordu.) ve hızlıca kirpiği, matkap uçlarını, her şeyi unuttum çünkü okuduklarım beni çok endişelendirmişti. Kısa bir satır: “Güvenilir kaynaklara göre; Devlet’in kutlu boyunduruğundan kurtulmayı kendine amaç edinmiş belirsiz organizasyonun izlerine tekrar rastlandı.”
“Kurtuluş” mu? İnsan doğasında suç işleme içgüdüsünün ulaşabileceği seviye harikulade. Kasti söylüyorum: “Suç.” Özgürlük ve suçun arasındaki kopmaz bağ, şöyle ki, aeronun hareketi ve hızıyla arasındaki bağ ile aynıdır. Aeronun hızı = 0 hareket etmez, insanın özgürlüğü = 0 suç işlemez. Bu açıktır. İnsanı suçtan kurtarmanın tek yolu, özgürlükten kurtarmaktır. Ve biz bundan henüz kurtarılmıştık (Uzay ölçekli çağda tabii ki yüzyıllar “henüz”e eşittir.). Ta ki birden bu sefil, beyin yoksunu…
Hayır, anlamıyorum, ben neden dün hemen Koruyucular Bürosu’na gitmedim? Bugün 16.00’dan sonra mutlaka gideceğim.
16.10’da çıktım ve aynı anda köşede bu karşılaşmadan pembe bir coşkuya bürünmüş O’yu gördüm. Ne şans ama. “İşte onun yalın, kıvrak zekâsı. Beni anlaması ve desteklemesi tam yerinde olacaktır…” diye düşündüm. Lakin hayır, ben bu desteğe ihtiyaç duymuyorum. Buna kesin karar verdim.
Müzik Fabrikası’nın trompetlerinden günlük Marş düzenli bir şekilde gümbür gümbür çalıyordu. Bu günlük tekrarda ayna gibi pürüzsüz bir güzellik, büyüleyicilik var!
O elimi tuttu.
“Gezelim mi?” dedi. Yuvarlak mavi gözleri bana doğru genişçe açık ve ben hiçbir şeye takılmadan mavi pencerelerden içeri sızıyorum; içeride yabancı, beklenmedik hiçbir şey yok.
“Hayır, gezmeyelim, benim…” Ona nereye gitmem gerektiğini söyledim. Şaşkınlıkla ağzının pembe yuvarlağının ekşi bir şey tatmış gibi aşağı doğru çekilerek pembe bir yarım ay oluşturmasına baktım.
“Görünen o ki siz, kadın Numaralar, dermansız bir şekilde ön yargılar tarafından kemiriliyorsunuz. Siz kesinlikle soyut düşünebilme yeteneğine sahip değilsiniz. Kusuruma bakmayın ama bu düpedüz kalın kafalılık.”
“Demek casuslara gidiyorsun! Oysa ben senin için Botanik Müzesi’nden bir demet inci çiçeği aldım.”
“Neden oysa ben? Neden ‘oysa’? Tamamen kadınca bir durum.” Öfkeyle (kabul ediyorum) elindeki inci çiçeklerini aldım. “İşte o, inci çiçeğin, ee? Kokla, iyi değil mi? Hiç değilse bu kadarcık mantığın olsun. İnci çiçeği güzel kokuyor, bu kadar. Ancak sen sadece koku hakkında, koku kavramının kendisi hakkında; bu kötü veya iyi diye fikrinizi belirtemez misin? Be-lir-te-mez mi-sin? İnci çiçeğinin bir kokusu vardır. Banotunun da tamamen farklı, iğrenç bir kokusu vardır. İlkel devlette de casuslar vardı ve bizde de var… Evet casuslar. Bu kelimeden korkmuyorum. Lakin yine de şu açıktır: O zamanki casuslar banotuydular; şimdikiler ise inci çiçeği. Evet, evet inci çiçeği!”
Pembe yarım ay titriyordu. Şimdi anlıyorum; sadece bana öyle gelmişti fakat o an O’nun güldüğünden emindim. Daha yüksek sesle bağırdım:
“Evet, inci çiçeği. Bunda komik hiçbir şey yok, hiçbir şey.”
Yanımızdan yuvarlak pürüzsüz küre gibi kafalar yanımızdan geçiyordu, dönüp bana baktılar. O şefkatle elimi tuttu:
“Bugün öyle garipsin ki… Hasta mısın?”
Rüya-sarı-Buda… O an Tıp Bürosu’na gitmem gerektiğini açıkça anladım.
Büyük bir sevinçle “Evet, haklısın hastayım.” dedim. (Burada kesinlikle açıklanamaz bir çelişki var; sevinmek için bir sebep yoktu.)
“Öyleyse hemen şimdi doktora gitmelisin. Senin de anlayacağın gibi sağlıklı olmakla yükümlüsün; bunu sana açıklamaya çalışmak komik olurdu.”
“Evet, sevgili O, kesinlikle haklısın. Kesinlikle haklısın!”
Ne yapalım, Koruyucular Bürosu’na değil, Tıp Bürosu’na gitmem gerekti. Beni 17.00’ye kadar orada tuttular.
Akşam (Artık fark etmiyor, akşamları öteki Büro kapalıydı.), O bana geldi. Perdeler inik değildi. Eski bir problem kitabından sorular çözdük. Bunu yapmak bizi sakinleştiriyor ve düşüncelerimizi arındırıyor. O-90 çabasını gösterircesine kafasını sol omzuna doğru eğip sol yanağını diliyle şişirerek kitabın başında oturuyordu. Bu çocukça ve bir o kadar da büyüleyiciydi. Ve benim içimde her şey iyi, tam, sadeydi…
O gitti. Yalnızım. İki kere derin derin nefes aldım (Uyku öncesi bu çok faydalı oluyor.). Ve birden beklenmedik, hiç hoş olmayan bir şeyi hatırlatan bir koku… Hemen buldum; yatağımın içinde bir demet inci çiçeği saklanmıştı. Birden her şey derinlerden kalkıp, kasırga gibi fırıl fırıl dönmeye başladı. İnci çiçeklerini bana gizlice bırakmak O’nun tarafından yapılmış bir patavatsızlıktı. Evet, doğru; Koruyuculara gitmedim. Ama hasta olduğum için suçlu sayılamam ki.
8. KAYIT
Çok eskiden, √–1 başıma ilk kez geldiğinde, okul yıllarındaydım. Aklıma kazınmış gibi çok net hatırlıyorum: Aydınlık küre-salon, yüzlerce yuvarlak çocuk kafası ve matematik öğretmenimiz Plyapa. Ona Plyapa lakabını biz takmıştık, artık epey eskimişti ve dengesizdi. Nöbetçi arkasından fişi taktığı zaman hoparlöründen önce “plyaplya-plya-tşşş” sesleri gelirdi. Ardından ders başlardı. Bir keresinde Plyapa irrasyonel sayıları anlattı ve hatırlıyorum; ağladım, yumruklarımı masaya vurdum ve feryat ettim: “ √–1 istemiyorum, √–1 uzak tutun benden!” Bu irrasyonel kök; yabancı, bambaşka, tuhaf bir şey gibi içimde büyüdü. Beni yedi bitirdi. Onu tamamen kavramak, etkisiz hâle getirmek mümkün değildi çünkü akıl dışıydı.
Ve işte şimdi tekrar √–1… Kayıtlarımı tekrar gözden geçirdim ve anladım: Kendimi aldatmışım, sadece √–1 ’i görmemek için kendime yalan söylemişim. Hasta olduğum ve ötesi, hepsi yalan. Oraya gidebilirdim, biliyorum. Bir hafta önce, kara kara düşünmeden oraya gitmiş olabilirdim. Şimdi ise neden… Neden?
Ve işte bugün. Tam 16.10’da ışıltılı cam duvarın önünde durdum.
Karşımda Büro’nun tabelasının altın, güneşli, net parıltılı harfleri duruyordu. Camın ardından mavimsi üniflerin oluşturduğu uzun sıralar görünüyordu. Yüzler eski kiliselerdeki ikon kandilleri gibi belli belirsiz titreşiyordu. Onlar kahramanca bir görev yapmak için gelmişlerdi, onlar Tek Devlet’e bir sunak sunmak için sevdiklerine, arkadaşlarına, kendilerine ihanet etmeye gelmişlerdi. Ben… Ben ise onların yanına gitmeye, onlarla olmaya can atıyorum. Ama yapamıyorum; ayaklarım cam kaldırıma saplanmış gibi durdum. Aptal aptal baktım. Oraya ulaşacak