Güliver`in Gezileri. Джонатан СвифтЧитать онлайн книгу.
Kral, benim işaretlerimin manasını sezince adamlarını karnımı doyurmaya memur etmişti. Sepetlerin, çeşitli hayvanların etleriyle dolu olduğunu gördüm ama doğrusu hayvanların cinslerini anlayamadım. Bir lokmada üç dört kol, üç dört gövde yiyordum. Zavallıcıklar beni doyurmak için ellerinden geleni yaptılar fakat iştahımın çokluğuna da şaştıklarına şüphe yoktu.
Yemek bitince, ikinci bir işaretle susadığımı anlatmaya çalıştım. Yediğim yemekten bir lokmacık suyla doymayacağımı öğrenmişlerdi. En büyük şarap fıçılarından birini yuvarlaya yuvarlaya başıma getirdiler. İçindeki şarabı bir yudumda içivermiştim. Getirdikleri ikinci fıçıyı da aynı şekilde boşaltınca hayretler içinde kaldılar. El işaretleriyle daha şarap istedim ama zavallıların başka fıçıları yoktu. Galiba hareketlerim beğenilmişti. Zira neşeyle göğsüme çıkıp dans etmeye başladılar. Arada sırada da gene: “Hekinah Degul!” diye bağırıyorlardı. Bir ara fıçıları aşağı atmam için bir harekette bulundular ama daha önce yanımda duranlara oradan çekilmeleri ihtar edilmişti.
Bu küçük insanlar üzerimde dolaşırlarken içlerinden birkaçını yakalamayı düşünmedim değil fakat bana gösterdikleri konukseverlik karşısında elim kolum bağlanmıştı. Hem de onların nazarında korkunç bir devden farksız olmama rağmen korkmadan yanımda dolaşmaları da hoşuma gitmişti.
Bir müddet sonra kralın adamlarından yüksek rütbeli biri yanıma yaklaştı. Adam beraberinde on iki kişi olduğu hâlde sağ bacağımdan yüzüme doğru hareket etmişti. Hatır sorma faslı bittikten sonra sık sık eliyle başşehri göstererek on dakika hiç durmadan konuştu. Anlaşılan kral oraya götürülmemi istiyordu. Ben de serbest kolumla işaretler yaparak beni serbest bırakmalarını söylemeye çalıştım.
Hareketlerimin manasını iyice anlamıştı fakat sert bir hareketle başını sallayarak esir olarak kalacağımı belirtti. Ama çeşitli işaretlerle esirliğin aç susuz kalmak demek olmadığını da anlatmıştı. Tekrar bağlarımı koparmaya çalıştım. Ok yağmuru derhal başlamıştı. Bunun üzerine kendimi tamamıyla onların eline bıraktığımı anlatan işaretler yaptım. O yüce zatla adamları sevinç içinde nazik selamlarla yanımdan ayrıldılar.
Gitmeden önce de yüzüme, kollarıma güzel kokulu bir merhem sürmüşler, böylece okların yarası iki dakika içinde geçivermişti. Bir yandan merhemin ferahlık veren kokusu, bir yandan içtiğim şarabın tatlı lezzeti uykumu getirmişti, yavaş yavaş göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyordum. Tam sekiz saat rahat rahat uyumuşum.
Sonradan öğrendiğime göre, ben karaya çıkıp da uykuya daldığım zaman İmparator hemen Meclisi toplantıya çağırmış ve anlattığım şekilde bağlanmama karar verilmişti. Başşehre taşınmam için de bir makine yapılması uygun görülmüş.
Doğrusu bu adamların matematik bilgilerine hiç diyecek yok. İmparatorları da gayet bilgili, akıllı bir insan. Ağaçları ve başka ağır eşyayı kolaylıkla taşıyabilmek için tekerlek üzerine oturtulmuş makineler yapmış. Beş yüz marangozla mühendis şimdiye kadar yaptıkları makinelerin en büyüğünü yapmaya çalışıyorlardı. Bu, bizim bildiğimiz at arabalarının yirmi iki tekerleklisinden başka bir şey değildi.
Harika makineyi yanıma getirdiler. Fakat işin asıl önemli yanı şimdi başlıyordu… Öyle ya, beni yerimden nasıl kaldırıp taşıta yerleştireceklerdi? Seksen tane direk getirip vücudumdaki bağları sayısız çengellerle bu direklere taktılar. En güçlü kuvvetliler arasından seçilen dokuz yüz kişi beni ancak üç saatte bu direkler sayesinde yerimden kaldırıp taşıta yerleştirebilmişti. Sonra da gene eskisi gibi sımsıkı bağlanmıştım. Tabi bütün bunları bana anlattılar da öyle öğrendim, yoksa arabaya bindikten dört saat sonrasına kadar deliksiz bir uykuyla uyuduğumdan hiçbir şeyden haberim yoktu.
İmparatora ait bin beş yüz atın çektiği arabada uykumdan uyanışım çok garip bir hadise yüzünden oldu. Bir aralık arabanın durmasından faydalanan birkaç meraklı, uyurken yüzümün ne hâl aldığını öğrenmek istemişler. Hemen yavaşça arabaya atlayan delikanlılardan bir tanesi kılıcının sivri ucunu burnumun deliğine sokunca tatlı bir kaşıntıyla gözlerimi açtım. Benim hapşurmamla beraber onlar da gözden kayboldular.
Günün geri kalan kısmını da yolda geçirdik. Gece mola verdiğimiz zaman eli silahlı beş yüz kişi benim iki yanımda nöbet tutuyordu. En ufak bir harekette bulunmaya kalkışırsam beni hemen ok yağmuruna tutmaya hazırdılar. Ertesi sabah şafakla beraber yola koyulduk. Öğleye doğru da başşehrin kapılarına varmıştık. İmparator ve bütün saraylılar bizi karşılamaya çıkmışlardı. Fakat saray adamları, İmparator’un da üzerime çıkma cüretini göstererek hayatını tehlikeye sokmasına müsaade etmediler.
Arabanın durduğu yerde bir tapınak vardı. Ülkenin en büyük binası olan bu tapınak, benim yeni evimdi. Kuzeye bakan büyük kapıdan sürünerek geçmem mümkündü. Kapının iki yanından birer küçük pencere açılmıştı. Soldaki pencereye İmparator’un demircileri Avrupa’daki kadınların saatlerini takmak için kullandıkları kalınlıkta zincirler yerleştirmişlerdi. Bu zincirlerin bir ucu da sol ayağıma takıldı. Biraz daha iyi görebilmek için tapınağın tam karşısındaki kuleye gittiler. Daha doğrusu gittiklerini sonradan öğrendim, zira yattığım yerden onların ne yaptıklarını göremiyordum. Aynı merak uğruna yüz bine yakın insan, tapınağın etrafına toplanmıştı. Muhafızların bütün gayretlerine rağmen vücudum binlerce küçük insanla kaynıyordu. Fakat çok geçmeden benim üzerime çıkanların ölüm cezasına çarptırılacakları ilan edilince, rahatladım. Artık zincirlerimi koparamayacağım iyice anlaşıldığından, iplerimi çözmüşlerdi. Ayağa kalktığım zaman duyduğum üzüntüyle karışık sevinç hissini, o zamana kadar hiç tatmamıştım. Fakat halkın, yerimden kalkışımı seyrederken kopardığı şaşkınlık çığlıklarını anlatacak söz bulamıyorum. Sol ayağımdaki zincir sadece olduğum yerde bir yarım daire çevirmeme değil, tapınağın içine kadar yürümeme de imkân veriyordu. Boylu boyunca yere uzanabilecektim.
LİLİPUT İMPARATORLUĞU
Kendimi ayakta bulduğum zaman şöyle etrafıma bakındım. Hayatımda bundan daha eğlenceli anlar yaşamadığımı itiraf etmeliyim. Önümde uzanan ülke, büyük bir bahçeden farksızdı. Tarlalarsa çiçek tarlalarını andırıyordu. Sol elimin altındaki şehir, tiyatrolarda görülen yağlı boya manzara tablolarına benziyordu.
İmparator kuleden inmiş, at üzerinde bana doğru geliyordu. Az kalsın bu cesareti ona çok pahalıya mal olacaktı. Bindiği at iyi terbiye gördüğü hâlde benim kadar büyük bir mahlukla karşılaşmaya alışkın değildi, onun için yanıma yaklaşınca şahlanıverdi. Bereket ki, hükümdar usta bir biniciydi de adamları yetişinceye kadar attan düşmedi. Tehlike atlatılınca İmparator, hayran hayran beni süzmeye başladı ama gene de ihtiyatı elden bırakmamış, zincirin bağlandığı yerden daha fazla yanıma yaklaşmamıştı. Orada hazır bekleyen aşçılara, hizmetçilere bana yemek ve içki vermelerini emretti. Etle dolu yirmi araba ve içkiyle dolu on araba beni bekliyordu. Hemen bir solukta ne var ne yoksa hepsini silip süpürdüm.
İmparatoriçe, öbür prens ve prensesler yanlarındaki misafirleriyle beraber epeyce uzakta, koltuklara yerleşmişler, bizi seyrediyorlardı. Fakat kazayı görür görmez hemen İmparator ’un yanına koşuştular. İmparator’un boyu, adamlarınkinden biraz uzundu. Yüz hatları kuvvetli ve sertti. Dudakları kaim, burnu kartal gagası gibi kıvrıktı. Tavırları çok kibardı, her hâliyle imparatorluğa yakışacak cinsten bir adamdı. Yirmi sekiz yaşlarında görünüyordu, yedi yıldan beri de ülkenin idaresini üzerine almıştı.
Onu daha iyi görebilmek için yan döndüm. Birbirimize epeyce yakındık. Elbisesi, çok basit, Asya modasıyla Avrupa modası