Güliver`in Gezileri. Джонатан СвифтЧитать онлайн книгу.
gene de hiç kimse bir şey anlamadı.
İki saat sonra saray adamları dinlenmeye çekildi. Beni kuvvetli bir muhafızla yalnız bırakmışlardı. Bundan faydalanan meraklılar, artık istedikleri kadar yakınıma gelebiliyorlardı. Hatta içlerinden cesur bir iki kişi, ben evimin kapısında otururken bana ok atma cüretini bile göstermişti. Bu oklardan birisi az kalsın sol gözümü kör edecekti. Hadise duyulunca derhâl okları atan iki adamın benim avcuma bırakılarak cezalandırılmaları emredildi. Askerler suçluları kargıların sivri ucuyla bana doğru itiyorlardı. Hepsini sağ avcuma aldım, sonra beş tanesini ceketimin cebine yerleştirdim, altıncıya gelince onu da sanki diri diri yemek istiyormuşum gibi bir tavır takındım. Zavallı adam tir tir titriyordu. Hele ben bıçağımı da çıkarınca bu sefer bizi seyreden askerlerin de yüzleri karıştı. Fakat biraz sonra herkesin sevinçten gözleri parladı çünkü bıçağımla esirlerimi bağlayan ipleri kesmekten başka bir iş yapmamıştım. Her birini ayrı ayrı hürriyetlerine kavuşturmak müthiş zevkliydi. Kurtulur kurtulmaz, bir kaçışları vardı ki görmeliydiniz. Askerler de halk da hareketimi çok beğenmişlerdi.
Akşama doğru biraz zorluk çekerek eve girip toprağın üzerine uzandım. İmparator bana hususi yatak hazırlattığı için on beş gün aynı hâl devam etti. Orta boyda altı yüz yatak, arabalara doldurulup evime getirilmişti. Şimdi geceli gündüzlü çalışan işçiler bu yatakları bir araya getirip bana göre bir şilte hazırlamaya uğraşıyorlardı.
Geliş haberim ülkeye yayıldıkça zengin, fakir, genç, ihtiyar, herkes beni görmek için evini barkını bırakmış, yollara dökülmüştü. Şehirlerde, kasabalarda âdeta insan kalmamıştı. Eğer İmparator iş işten geçmeden tedbir almasaydı, ihmal yüzünden memlekette kıtlık baş gösterecekti. Fakat İmparator beni bir defa görenlerin derhâl evlerine dönmelerini emretti. Evimin yanına yaklaşabilmeleri için de saraydan özel bir izin kâğıdı almaları lazımdı.
Bu arada imparator sık sık meclisi toplantıya çağırıp ileride bana karşı takınacakları tavırların müzakeresiyle meşgul oluyordu. Nüfuzlu bir dostumdan duyduğuma göre, saray, benim yüzümden çok güç bir duruma düşmüş. Zinciri koparıp kaçmamdan, beslenmemin güçlüğünden, memlekette açlığın baş göstermesinden korkuyorlarmış. Bazen beni açlıktan öldürmeyi yahut zehirli oklarla zehirlemeyi düşünüyorlarmış. Fakat bu kadar büyük bir leşin yaratacağı kokunun halk için tehlikeli olacağı akıllarına gelmiş ve bundan vazgeçmişler.
Müzakereler esnasında bir sürü subay, İmparator’un huzuruna çıkıp benim esirlere yaptığım muameleyi anlatmışlar, bunun üzerine beni iyi beslemek için gereken tedbirin alınması kararlaştırılmış. Bütün ülke halkı her gün bana verilmek üzere kırk koyun, altı sığır ve ekmekle şarap getirmeye mecburmuş.
Ayrıca emrime de altı yüz kişi tahsis edilmiş, bu adamların barınması için evin iki yanına çadırlar kurulmuştu. Üç yüz terzi bana memleketin modasına uygun biçimde elbise dikmekle meşguldü. Majestenin en kıymetli bilginleri bana ülkenin dilini en kısa zamanda öğretmekle vazifelendirilmişlerdi. İmparatorun muhafız alayı ve başka ileri gelen kişiler sık sık benim önümde geçit resmi yapmaya mecburdular; çünkü herkesin bana alışması isteniyordu.
Bütün bu kararların tatbikine kısa bir zaman içinde başlandı. Ben de onların dilini az zamanda epey öğrenmiştim. Bazen İmparator gelip derslerimi dinler, hocaların iyi çalışıp çalışmadıklarını kontrol ederdi.
Artık bayağı onların dilini konuşmaya başlamıştım. Söylediğim ilk sözler hep hürriyete, serbest yaşamaya dair şeylerdi. Korktuğum gibi İmparator’un cevabı, daha beklemem gerektiğinden ibaretti. Her şeyden önce, “Lumos kemlin pesso des mar lon Emposo” yani İmparator’la ve ülkenin insanlarıyla sulh içinde yaşayacağıma yemin etmeliydim. Bütün bunlar oluncaya kadar da bana gayet iyi bakacaklardı. İmparator, sabrım ve iyi niyetlerim sayesinde kendisinin ve tebasının gözüne girmemi istiyordu.
Eğer adamlarına üstümü aramalarını emrederse buna sinirlenmemeliydim, zira üstümde çok tehlikeli silahların bulunması mümkündü. Hemen Haşmetlinin boşu boşuna üzüntüye kapılmamasını; çünkü huzurunda ceplerimi boşaltmaya hazır olduğumu bildirdim. Bunları yarı kelimelerle yarı da el işaretleriyle anlatmıştım, ülkesinin kanunlarına göre iki subayın beni arayacakları cevabını verdi. Zapt edecekleri eşyaları ya giderken geri verecekler yahut da benim kararlaştıracağım miktarda bir para karşılığında saklayacaklardı.
İki subayı elimle cebime yerleştirdim. Saat ceplerimden başka bir yerimin karıştırılmasının bence hiçbir zararı yoktu. Hoş saat cebimde de sadece benim için önemli olan bir saatle biraz altın paradan başka bir şey saklı değildi ya, neyse! Yanlarında kâğıt, kalem ve mürekkep bulunan bu arama memurları teker teker her şeyi kaydediyorlardı. Daha sonraları bu notları İngilizceye tercüme edip sakladım. Notlarda şöyle deniliyordu:
Büyük Dağ Adamı’nın sağ cebinde, Majeste’nin ziyaret odasının döşemesini kaplayacak büyüklükte bir deri parçası bulduk. Sol cepteyse kocaman gümüş bir sandık ve gene gümüşten bir mahfaza bulduk. Bu sandığı kaldırmaya gücümüz yetmedi. Bari kapağı açılsın dedik. İçimizden biri sandığa atladı. Zavallı yarı beline kadar toza gömülmüştü. Uçuşan tozlar hepimizi uzun uzun hapşırttı. Sağ dış cebinde birbiri üzerine sarılmış ince uzun beyaz acayip bir şeyler bulduk. Üç adam büyüklüğündeki bu cisimler sağlam bir telle bağlanmıştı, sonradan yazı olduklarını anladığımız, siyah şekillerle süslenmişti. Hemen her harf avcumuzun yarısı kadar büyüktü. Solda makineye benzer bir şey vardı. Arkasından yirmi kadar ince sopa uzanıyordu. Anladığımıza göre Dağ Adamı, bununla saçlarını tarıyor.
Pantolonunun sağ cebinde bir adam boyunda ortası delik bir demir bulduk. Bu demire iki tahta sırık bağlanmıştı. Sırığın öteki ucunda da garip şekilli demir parçaları sallanıyordu. Bunların ne işe yaradıklarını anlayamadık. Öbür cepte de sağ ceptekilere benzeyen bir alet vardı.
Sağdaki küçük cepte beyaz ve kırmızı madenden düz, yuvarlak cisimler bulmuştuk. Gümüşe benzeyen beyaz cisimlerden birini kaldırmaya çalıştık fakat o kadar büyük ve ağırdı ki, arkadaşımla ben epeyce uğraştığımız hâlde yerinden kıpırdatamadık. Sol cepte ayrı boyda iki siyah sırık vardı. Cebinin dibinde dururken sırıkların tepesine çıkma işini kolay kolay başaramadık. Bir tanesinin üstü kapalıydı ve tek bir parçadan yapılmışa benziyordu. Öbürünün yukarı kısmı yuvarlaktı. Bize izahat vermesini rica ettik. Onları kutularından çıkardı, memleketinde bunların bir tanesinin tıraş olmaya, ötekininse kesmeye yaradığını anlattı. İçine giremediğimiz iki cebi daha vardı ki, bunlara saat cebi diyordu. Sağdaki saat cebinden gümüş bir zincir sarkıyordu. Altından da gayet güzel bir makine sarkıyordu. Yarısı gümüş, yarısı da şeffaf bir maddeden yapılmış olan bu makine, yassı bir küreden farksızdı.
Şeffaf kısmında bir daire üzerine çizilmiş garip şekiller gördük. Dokunmak istedik fakat o şeffaf madde buna mâni oluyordu. Tahminimize göre bu ya meçhul bir hayvan ya da taptığı Tanrı… Çünkü söylediğine bakılırsa onun fikrini almadan hiçbir şey yapmazmış. Her hareketinin zamanını bu makine tayin ediyormuş.
Sol iç cebinden hemen balık ağı büyüklüğünde bir ağ çıkardı. Çanta gibi açılıp kapanabiliyordu. Galiba paralarını da bu ağa koyuyormuş. İçinde bulduğumuz sarı madenler şayet hakiki altınsa herhâlde çok para eder.
Majesteleri’nin emri üzerine bütün ceplerini aradıktan sonra belinde büyük bir hayvanın derisinden yapılmış bir kemer gördük. Kemerin bir yanından beş adam boyunda bir kılıç sarkıyordu. Öbür yanında ise iki bölmeli bir çanta ya da torba vardı. Torbaların her biri iki adamımızı alacak büyüklükteydi.