Muhteşem Gatsby. Фрэнсис Скотт ФицджеральдЧитать онлайн книгу.
yapıyordum. İstasyona vardığımızda yan yanaydık ve beyaz gömleğinin önünü koluma dayamıştı; ben de ona polis çağıracağımı söyledim. Ama yalan söylediğimi biliyordu. Öyle heyecanlanmıştım ki onunla taksiye bindiğimde, aslında metroya binmediğimi ancak fark edebilmiştim. Aklımdan tekrar tekrar aynı şey geçiyordu: ‘İnsan dünyaya bir kere gelir, insan dünya bir kere gelir…’ ”
Bayan McKee’ye döndü ve yapmacık kahkahası odayı yeniden doldurdu.
“Canım!” diye haykırdı, “Üzerimdeki elbiseyle işim biter bitmez onu sana vereceğim. Yarın yeni bir elbise almam lazım. İhtiyaçların bir listesini yapmalıyım. Masaj, sonra saçlarıma mizanpli yaptırayım, köpek için bir tasma lazım, şu yaylı şirin kül tablalarından bir tane ve annemin mezarı için tüm yaz dayanacak siyah ipek kurdeleli bir çelenk. Gidip şunları yazayım da yapılacakları unutmayayım.”
Saat dokuz olmuştu; az sonra saatime baktığımdaysa ondu. Bay McKee oturduğu yerde uyuyakalmış, fotoğraf çektiren iş adamlarınınki gibi yumrukları kucağında kenetlemiş vaziyetteydi. Mendilimi çıkarıp yanağındaki, tüm öğleden sonra canımı sıkan kurumuş köpük lekesini sildim.
Küçük köpek masada oturmuş, dumanın içinden kör kör bakıyor ve ara ara hafifçe inliyordu. İnsanlar ortadan bir kayboluyor, bir ortaya çıkıyor, bir yerlere gitmek için plan yapıyor ve sonra birbirini kaybedip, birbirini arıyor, birkaç adım ileride birbirini tekrar buluyordu. Gece yarısına doğru Tom Buchanan ve Bayan Wilson ayakta durup, yüz yüze, sert bir ses tonuyla, Bayan Wilson’ın Daisy’nin adını anmaya hakkı olup olmadığını tartışıyorlardı.
“Daisy! Daisy! Daisy!” diye bağırdı Bayan Wilson. “İstediğim zaman söylerim! Daisy! Dai…”
Kısa, ustaca bir hareketle, Tom Buchanan elinin ayasıyla kadının burnunu kırıverdi.
Ardından banyonun zemini kanlı havlularla doldu, Tom’u azarlayan kadınların sesleri duyuldu ve bu curcunanın üstüne acılı, uzun bir feryat koptu. Bay McKee uykusundan uyandı ve sersem bir hâlde kapıya doğru yöneldi. Yolu yarılayınca arkasına döndü, manzaraya baktı; ellerinde ilk yardım malzemeleriyle tıkış tıkış mobilyaların arasında tökezleyerek bir yandan adamı azarlarken, bir yandan kadını avutmaya çalışan karısıyla Catherine ve Versay’ın goblen manzaraları üzerine “Town Tattle”ın bir sayısını sermeye çalışan, kanepede burnu şakır şakır kanayan çaresiz figür… Derken, Bay McKee döndü ve kapıya doğru yoluna kaldığı yerden devam etti. Şapkamı alıp onu takip ettim.
“Bir ara öğle yemeğine gelin.” diye teklif etti asansörle gacır gucur aşağı inerken.
“Nereye?”
“Nereye olursa…”
“Elinizi maniveladan uzak tutun!” diye çıkıştı asansörcü çocuk.
“Affedersin!” dedi Bay McKee ağırbaşlılıkla, “Dokunduğumun farkında değildim.”
“Pekâlâ…” diyerek teklifini kabul ettim, “Memnun olurum.”
(…) Yatağının yanında dikiliyordum ve adam çarşafların arasında oturmuş, üzerinde iç çamaşırlarıyla ve elinde kocaman bir dosyayla duruyordu.
Güzel ve Çirkin … Yalnızlık … Yaşlı Manav Atı … Brooklyn Köprüsü…
Sonrasında, Pensilvanya İstasyonu’nun soğuk alt katında yarı uykulu bir vaziyette yatmış, “Tribune”ün sabah baskısına bakarak saat dörtteki treni beklerken buldum kendimi.
3. BÖLÜM
Yaz geceleri boyunca komşumun evinden gelen müzik sesleri dinmek bilmedi. Gatsby’nin bahçelerinde erkekler ve kızlar; fısıltıların, şampanyaların ve yıldızların arasında pervaneler gibi oradan oraya uçuşurlardı. Öğleden sonraları sular yükseldiğinde, iki deniz motoru Boğaz’ın sularını yararak köpük çağlayanları üzerinden su kayaklarını çekerken, salın kulesinden suya atlayan veya kızgın kumlarda güneşlenen misafirlerini seyrederdim. Hafta sonları Rolls-Royce’u bir dolmuşa dönüşür, sabahın dokuzundan gece yarısının geç saatlerine kadar şehirden eve evden şehre milleti taşırken, steyşın vagonu da bütün trenleri karşılamak için sarı, kıvrak bir böcek gibi koşuşturup dururdu. Pazartesileri sekiz uşak, buna fazladan bir bahçıvan da dâhil olmak üzere, tüm gün ellerinde paspaslar, fırçalar, çekiçler ve bahçe makaslarıyla bir gece önceki hasarı onarmaya çalışırlardı.
Her cuma New York’taki bir manavdan beş kasa portakal ve limon gelirdi; her pazartesi de aynı portakal ve limonlar ortadan ikiye ayrılmış, posasız kabuklar piramidi hâlinde arka kapıdan çıkardı. Mutfakta iki yüz portakalın suyunu yarım saatte sıkabilen bir makine vardı; elbette bir uşak makinenin ufacık tuşuna iki yüz kez basarsa…
En azından iki haftada bir, hazır yemek firmasından bir tabur adam ellerinde yüzlerce metre branda ve Gatsby’nin devasa bahçesini bir Noel ağacına çevirmeye yetecek kadar renkli ampulle gelirdi. Büfelerin üzeri ordövrler, fırınlanmış baharatlı jambonlar, rengârenk damalı salatalar, domuz etli börekler, koyu renk, altın gibi kızarmış büyüleyici hindilerle donatılırdı. Ana salona kurulu gerçek pirinçten tırabzanı olan bar; cinler, likörler ve genç hanım konukların birbirinden ayırt dahi edemeyeceği çeşit çeşit içkiler deryasıydı.
Saat yedide orkestra salınmaya başlar; öyle beş kişilik eften püften bir orkestra değil tabii, şöyle dört başı mamur, obualar, trombonlar, saksafonlar, viyolalar, kornetler, flütler ve davullarla bir cümbüş! Son yüzücüler de kumsaldan döner, giyinmek üzere yukarı çıkarlar; New York’tan gelen arabalar beş sıra hâlinde park eder; salonlar, misafir odaları ve verandalar çoktan canlı renklerle, son moda tuhaf saç modelleriyle ve Kastilya’dakilerin bile hayallerini aşan şallarla şatafata bürünüverir. Bar vızır vızır çalışır ve havada uçuşan kokteyl tepsileri dışarıdaki bahçeye doğru süzülürken, artık gevezelikler ve kahkahalarla etraf canlanmış, sıradan imalar ve takdimler bir kenara bırakılmış ve birbirinin adını bile bilmeyen kadınlar coşkulu bir muhabbete dalmıştır.
Güneş dünyadan el etek çektikçe ışıklar coşar; artık orkestra eski bir kokteyl müziği çalmaya başlar; vokallerin sesi bir perde yükselmiştir. Nükteli bir söze karşılık bol keseden atılan kahkahalar her dakika daha bir bereketlenir. Gruplar daha hızlı değişir, yeni gelenlerle genişleyip, göz açıp kapayıncaya kadar dağılıp yeniden kuruluverirler. Ortalıkta şimdiden oradan oraya gezinenler, kendine güveni tam olan kızlar her daim bulunur; hoppa kimselerle daha oturaklı olanlar arasında bir oraya bir buraya salınır; eğlencenin coştuğu bir anda grubun gözdesi olur ve bir zafer coşkusuyla, durmaksızın değişen ışıkların altında yüzlerden, seslerden ve renklerden oluşan değişken denize doğru süzülerek giderler…
Birden yanardöner kumaşlar içindeki bu Çingenelerden biri havadan bir kadeh kapar, cesaret versin diye kafasına diker ve ellerini Frisco1 gibi oynatarak pistin üstünde dans etmeye başlar. Anlık bir sessizlik olur; orkestra şefi ritmini onun için nezaketen değiştirir ve etrafta kendisinin “Follies Müzikali”nde Gilda Gray’in yedeği olduğuna dair bir yalan haber dolaşırken bir şamatadır gider. Parti başlamıştır…
Öyle sanıyorum ki Gatsby’nin evine gittiğim ilk gece, gerçekten davetli olan birkaç misafirden biri de bendim. İnsanlar davet edilmezdi, sadece partiye giderlerdi. Kendilerini Long Island’ın dışına götüren otomobillere binerlerdi ve bir de bakmışlar ki Gatsby’nin kapısındalar!.. Oraya vardıklarında Gatsby’yi tanıyan birileri tarafından takdim edilirler, sonrasında lunaparktaki davranış kurallarına göre hareket ederlerdi. Bazen Gatsby’yle hiç tanışmadan gelip gidenler oluyordu, onların bu iç rahatlıkları davetiye yerine
1
Frisco: Joe Frisco (1889-1958), ilginç danslar yapan bir caz dansçısı ve komedyen (ç.n.).