Kazaklar. Лев ТолстойЧитать онлайн книгу.
ırdığı yollardan uzaktan uzağa tekerlek gıcırtıları geliyor. Pencerelerde ışıklar, sokaklarda fenerler sönmüş artık. Sabahı haber veren kilise çanları, uykulu şehrin havası içinde çınlayıp yayılıyor. Kimsecikler yok sokaklarda. Daracık patenleriyle bir gece kızağı, kum serpilmiş karları çiğneyerek caddenin bir ucundan geçiyor ve müşteri beklemek için her zamanki uykusuna dalıyor. Yaşlı bir kadın, kiliseye doğru yola koyulmuş, gidiyor. Kilisenin karşılıklı bir sıraya konmamış mumlarının kırmızıya çalan hafif ışıkları etraftaki yaldızlı tasvirlerin üzerinde oynaşmaktadır. Bu uzun kış gecesinin bitiminde, işçiler işlerinin başına yollanmaktadır. Ama ekâbirler1 için gece devam etmektedir hâlâ.
Şövalye Oteli’nin panjurlu pencerelerinin birinden ışıklar sızmaktadır. Özel arabalar, kiralık araba ve kızaklar, otelin kapısı önünde birbiri ardı sıra durmaktadır. Üç beygirli bir posta arabası da var aralarında. Omuzlarının arasına büzülmüş olan kapıcı, başı, boynu sarılı olarak binanın bir köşesine saklanmak istiyor sanki.
İçeride uşaklardan biri, yüzünü ekşiterek söyleniyor:
“Hep aynı şeyi tekrarlayıp durmaktan ne anlıyorlar, bilmem ki! Aksi gibi hep de benim nöbetime rastlar bu!”
Yandaki aydınlık odadan üç delikanlının sesleri geliyor. Masanın üzerinde geceki yemeğin artıkları, şişeler duruyor. Üç delikanlıdan ufak tefek, temizliğe düşkün, zayıf ve çirkini, arkadaşlarından yola çıkacak olanına tatlı ama yorgun gözlerle bakıyor. Uzun boylusu, boşalmış şişelerin yanı başında durmuş, saatinin anahtarıyla oynuyor. Kısa ve yepyeni bir kürk giymiş olan üçüncüsü, dudaklarından hiç eksilmeyen gülümsemesiyle odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada bir durup temiz tırnaklı güçlü parmaklarını şaklatıyor. Yüzü ve gözleri canlı. El kol işaretleri yaparak ateşli ateşli konuşuyor, ama kafasından geçenleri anlatmak için aradığı kelimeleri bulmakta güçlük çektiği, aklına gelen kelimeleri ise yeteri kadar kuvvetli bulmadığı belli oluyor. Gülümsemesi hiç durmuyor.
Yolcu kılığındaki “Şimdi her şeyi söyleyemem.” dedi. “Kendimi haklı çıkarmaya kalkışmak niyetinde değilim. Ama hiç değilse bu meselede bayağı kimseler gibi hüküm vermeyip benim gibi olmanı ve beni, dediğim gibi anlamanı isterim.”
Sonra da kendisine tatlı gözlerle bakmakta olana döndü.
“Ona karşı suçlu olduğumu ileri sürüyorsun sen.” dedi.
Küçük adam “Evet, suçlusun.” diye cevap verdi.
Ama bunu söylediğinde yüzünde daha çok bir hoşluk ve yorgunluk ifadesi okunuyordu.
Bir önceki söze karıştı:
“Seni böyle söyleten şeyin ne olduğunu biliyorum. Sana göre, sevilmek de sevmek kadar büyük bir mutluluktur ve insan bir kere bu mutluluğa erişti mi ona hayatının sonuna kadar yeter bu mutluluk.”
Arkadaşı gözlerini bir süre kırpıştırarak “Evet, azizim…” dedi. “Yeter! Yeter de artar bile!”
Öteki düşünceli düşünceli ve arkadaşına acır gibi baktı. “Peki ama neden sevmemeli? Sevmemek için sebep mi var? Buna yanaşmıyorsun sen. Ama azizim, sevilmek, evet sevilmek, insan karşılık veremeyeceğini anladığı zaman bir felakettir. Çünkü böylece, insan kadından aldığı sevginin karşılığını vermemiş oluyor, veremiyor.” Eliyle jestler yaparak devam etti: “Tanrı’m! Hiç değilse bir mantık düzeni içinde yürüse bu! Nerede! Tam tersine, akıl ve mantığın almayacağı bir biçimde, bizim isteğimize aykırı olarak, kendine has bir tarzda oluşur. Evet, öyle geliyor ki bana, bu duyguyu ben çaldım. Tersini iddia etme, sen de böyle düşünüyorsun, başka türlü düşünemezsin. Ama ömrümce yaptığım bunca çılgınlık ve kepazeliklerin içinde vicdanımı incitmeyen ve incitmesi imkânsız olan bir tek şey varsa o da budur. Başlangıçta da, sonraları da ne kendimi aldattım ne de ona yalan söyledim; onu sevebileceğimi sanmıştım. Ama çok geçmeden anladım ki bu iş böyle yürümeyecek. Boş yere kendimi üzüntülere sokmuş olacağım. Benim ileri gitmem elbette doğru değildi ama kendisi ileri gitmiş bulunuyordu. Ne yapayım. Elimden gelmediyse benim ne kabahatim var? Yapabileceğim bir şey var mıydı benim?”
Uykusu dağılsın diye bir sigara yakan arkadaşı ona cevap verdi:
“Öyleyse iş anlaşıldı şimdi. Sen bugüne kadar hiç kimseyi sevmediğin gibi, sevmenin ne olduğunu da bilmiyorsun, bu muhakkak.”
Kürklü adam bunu reddetmek isteğiyle dirseklerini masaya dayayıp, başını avuçlarının arasına alarak bir şeyler söylendi. Ama bunlar, hiç de onun asıl söylemek istedikleri değildi:
“Demek hiç sevmedim, öyle mi? Evet, doğru, hiç sevmedim ben! Ama sevmek isteği var içimde. Buna ne dersin peki? Bir istek ki, bunun kadar güçlü başka hiçbir istek olamaz. Hem böyle bir aşkın var olması mümkün mü bakalım? Her zaman işin eksik bir yanı kalıyor. Açık konuşalım. Hayatımda, nasıl söyleyeyim… Öyle sersemce işler var ki! Ama hakkın var şimdi. Her şey yoluna girdi ve bana öyle geliyor ki, yepyeni bir yaşayışa başlıyorum artık.”
Arkadaşı divana uzanmıştı. “Aynı sersemlikleri bu yeni yaşayışında tekrarlamaktan geri kalmayacaksın.” dedi.
Beriki buna aldırmayarak devam etti:
“Şu anda gitmek ağır geliyor bana ama öteki yandan buradan uzaklaşıyorum diye seviniyorum. Öyle olduğu hâlde, ayrılmak neden güç geliyor, bilemiyorum.”
Uzun uzun kendinden söz etti. Oysa kendisine ait olan bu konu yalnız kendisi için önem taşıyordu, başkalarını ilgilendirmiyordu bile. İnsan, heyecana kapıldığı zamanki kadar bencil olamaz hiçbir vakit. Böyle anlarda, insan, öyle sanır ki, kendisinden daha güzel ve daha ihtiras uyandırıcı bir şey yoktur.
“Dimitri Andreyeviç, sürücü daha fazla bekleyemem diyor. Beygirler, gece yarısından beri ayakta. Saat sabahın dördüne geldi.”
İçeri girip bunları söyleyen delikanlı, kafası bohça gibi sarılı olan kürklü uşaktı.
Dimitri Andreyeviç bir göz attı Vaniyuşa’sına. Başı atkıya sarılı bu adam, uykulu yüzü ve keçe çizmeleriyle kendisini yeni hayatına, hareket ve çalışma hayatına, çağıran bir ses getiriyordu.
Kürkünü iliklemeye uğraşırken “Doğru!” dedi. “Nasıl olsa olacak bu… Allah’a ısmarladık!”
“Sürücüye bir bahşiş verirsin, bekler.” diyerek onu biraz daha alıkoymak istedilerse de aldırmadı; beresini başına geçirip odanın orta yerinde durdu. Tekrar tekrar kucaklaştılar. Kısa kürklü arkadaş masanın başına yürüdü ve kadehini bir dikişte bitirdi. Yüzüne kan hücum ederken çirkin ve ufak tefek adamın koluna girdi.
“Bunu sana söylemeliyim herhâlde… Seninle açık konuşabilirim, biliyorum, öyle değil mi? Ha? Onu seviyorsun, değil mi? Bunu hep düşünmüşümdür… Seviyorsun, değil mi?..”
“Evet.” dedi arkadaşı daha da tatlı bir gülümsemeyle.
“Belki de… Kim bilir…”
Uşak, “Affedersiniz, lambaları söndüreceğim, emir aldım. Hesap pusulasını kime takdim edeyim?” diye sordu, pusulanın kendisine verileceğini düşündüğü uzun boyluya hitap ederek “Size mi?” dedi.
Bunları söylerken gözlerinden uyku akıyordu; içeridekilerin son konuşmalarını duyduğundan bu efendilerin hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmakta neden dolayı inat ettiklerini kendi kendine soruyordu.
“Evet bana vereceksin.” dedi uzun boylusu. “Hesap ne tutuyor?”
“Yirmi altı ruble.”
Biraz düşündü. Ses çıkarmadan pusulayı cebine koydu.
Ötekiler konuşmaya devam ediyorlardı. Ufak tefek adam yumuşak bakışıyla “Hadi, yolun açık olsun.” dedi. “İyi bir çocuksun sen.”
İkisinin de gözleri dolmuştu. Merdiven başındaki yolcu, uzun uzun baktı arkadaşına ve kızararak ekledi:
“Ha!.. İyi ki hatırladım! Şövalye’nin hesabını ödeyiver sen sonra benim hesabıma geçirirsin.”
Beriki eldivenlerini giyerken cevap verdi:
“Olur, olur!”
Ve tam çıkacakları sırada beklenmedik bir şekilde
1
Ekâbir: Büyükler, devlet büyükleri, ileri gelenler. (e.n.)