Kardeş Sesler 2014. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
kaldık. Gizli Sandık’ı arayıp tekliflerinin geçerli olup olmadığını sordum, başkasını aldık dediler. Sonradan öğrendim ki o kişi Aysel’miş. İşe girdikten sonra oradan biriyle nişanlanmış üstelik. Aşka da inanmıyorum artık.
Şimdi çulsuz, aşksız kalmış adamın tekiyim. Neyse ki sağlığım yerinde derken dün çürük olan dişimin dolgusu da düştü. Ben böyle talihin…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)
ALIŞKANLIKLARA KELEPÇELENMEK
Alışkanlık, eskimişlik, sıradanlık, birbirine kelepçeyle bağlanmış üç kavramı çağrıştırmaz mı size de? Benim zihnimde, biri ne tarafa gitse, öteki peşinden sürüklenir. Ve hep aynı çemberin etrafında dönüp, farklı olanı aramayı unutan bir döngüdürler.
Korkutur beni alışkanlıklar. Ne zaman hayatıma giren bir yeninin beni uzun süre terk etmeyeceğini hissetsem, karanlık çökmeye başlar hayallerime. Sarılı yeşilli, morlu kırmızılı düşlerim, gözle görülmez bir ağırlıkta birbirine geçmeye başlar. Ve günün birinde tek bir renk oluverirler. Ondan ne kadar kurtulmak istesem de bilinçaltıma yayılan o miskinlik duygusu, bir hortum gibi içine çeker beni, kolay kolay kurtulamam. Bu yüzden sevmem alışmayı, fakirleştirir beni.
Peki ya alışmasaydım hayat her zaman daha mı tatlı olacaktı diye bir yanıma inat sorar diğer yanım bazen. Ayrılmaya alışmasaydım, hastalıklara alışmasaydım, ölümlere alışmasaydım… Bir hikmeti var belki de alışmanın. O, tek başına ne siyah, ne beyaz benim gözümde. Hatta bazen yola devam etmek için önüme açılan tek kapı. Ama kapıdan geçip, tekrar yürüme vakti geldiğinde… İşte o zaman alışkanlıkları bir kenara bırakma vaktidir benim için. Nasıl ki tırtıl bile kendinden vazgeçip, hiç bilmediği bir kimliğe bürünürse vakit geldiğinde, ben de kabuğumdan sıyrılıp yenilenmek isterim.
Sıradan olmak değil de nedir alışmak? Dağın tepesinde bir başımıza kalsak, alışırız soğuklara, yabani hayatla iç içe yaşamaya… Bir savaşın orta yerinde bulsak kendimizi, korkuya, açlığa, yoksulluğa alışırız. Ya da bir piyango biletiyle hayatımız değişse, yaldızlı, lüks kokan günlere alışırız. Başlangıçta farklı gelen bütün o kokuları içindeyken hissetmez olduğumuzda, bana göre tüm o yenilikler sıradanlaşmıştır. Kötü müdür sıradanlaşmak? Belki biraz kötü, biraz da iyidir. Biraz köreltir insanı, biraz da hayatla ahenkli yürümeyi getirir.
Ama bir zaman gelir ki, sıradanlığın tehlike çanlarını işitir kulaklarım. Düşünmeyi, üretmeyi, keşfetmeyi unutturduğu anda bohçayı alıp ayrılmak gerekir bence onun kucağından. Alışkanlıkları geçmişin dingin sularına akıtıp, fırtınanın, tipinin peşinden gitmek gerekir. Zihin, böylece dinç kalır. Beden, böylece zihne ayak uydurur. Merak etmeyen bir akıl, kelepçelerinden kurtulup nasıl özgürlüğüne kavuşur ki?
Yıldızım barışık değildir uyutan alışkanlıklarla. Farklı renkler, renkli hikâyeler katmak gerek hayata diye düşünürüm. Varsın bedeli alıştıklarımdan vazgeçmek olsun. Varsın bedeli bu uğurda eski alışkanlıkları mumla arayabileceğim günlere uyanmak olsun. Gizemli olanı merak etmeye devam ettikçe, onların eski bir kutuda hatıraya dönüşmesinin hiçbir sakıncası olmaz gözümde. Hatta tavan arasına koyup sakladığımız bu hatıralar, gün gelip daha değerli hale gelmez mi sizce de?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 23.11.2013)
MAZİNİN KAPISI
Bir kapısı olsaydı, zamanın. İçinden geçip, maziye dair yazılan kitapların satırlarına şahit olabilseydim. Hayal gücüme sığdırdığım, geçmişte kalmış yaşamlara dokunabilseydim. Yalnız yazılanlara değil, kelimelere dökülmemiş, gizli saklı anlara, duygulara da tanık olabilseydim keşke. Zaman, konuk ağırlamayı seven bir kapı olsaydı, bugün sahip olduklarımızın değerini de daha iyi bilirdik belki.
Âdem ile Havva’nın kapısını çalsaydım evvela. Cenneti onların ağızlarından duysaydım, dünyadaki yalnızlıklarını, bugünkü kalabalıklarla karşılaştırabilseydim. Sorabilseydim keşke, ilk insan olmak nasıl bir his diye. Gözlerinin rengini, yüzlerinin güzelliğini, yaşamla, yasak meyvenin pişmanlığıyla mücadelelerini izleyebilseydim. Her akılda merak uyandıran bir kapı olurdu sanırım onlarınki. Belki birçokları da zaman yolculuğuna benim gibi en başından başlamak isterdi. Bizim kitabımız yazılsa, ilk sayfa onlara ait olmaz mıydı?
İki kişilik dünyanın tılsımından çıkma vakti geldiğinde, bilinen ilk uygarlıkların diyarına doğru yola koyulurdum. Mezopotamya’nın yahut Akdeniz topraklarının kapısını çalar, bir Sümerlinin, Yunanlının veya Romalının beni içeri davet etmesini beklerdim. Bizden daha mı mutlulardı, hayattan beklentileri daha mı çoktu, bugünkü medeniyetlere inat onlar daha mı medeni idi evvel zaman içinde? Belki daha içten yaşıyorlardı, belki yaşamak için maskelere bürünmek zorunda değillerdi. Gerçekten hayal ettiğim gibi antik kentlerde izlerine rastladığımız o dev sütunların arasında, beyaz elbiseleriyle gökyüzünü izliyor, günlerini varoluş sebepleri üzerinde düşünerek mi geçiriyorlardı? Kırlarda özgürce ata binmenin keyfini çıkarıyorlardı belki ya da at sırtında olmak savaşmak demekti, korkmak demekti kim bilir?
Zamanın araladığı kapıların ardında, inanmaya ihtiyaç duyan insanlar görürdüm sanırım. Güneşe, fırtınalara, denizlerin asi dalgalarına adaklar sunan paganları, ruhların kutsallığına boyun eğmiş şamanları, mucizelerle gelen Yahudiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın en çetrefilli zamanları olan o ilk günlerinde, sevdasını terk etmeyenleri izlerdim. Bir güce inanmanın, yürekleri her dönemde cesaretlendirdiğine şahit olur muydum gerçekten? Yoksa bütün gücü kendi egosunda toplamış yüreği şişkinlere de denk gelir miydim? Gurur ve kibir, her dönemde benzer şekilde imzasını attı insanlık tarihine belki de.
En fazla savaşlara mı tanık olurdum, bilemiyorum. Belki geçmiş zamanın kapılarının ardı en çok vahşet kokuyor olurdu. Gözleri doymak bilmeyen, gönülleri bereketli topraklara aç insan topluluklarının bugünden farksız olduğu gözlerimin önüne serilseydi hayal kırıklığı duyabilirdim. Kim bilir, tarihin romantizmi yalnız filmlerde, kitaplarda kalırdı da gerçeklerin içinden keskin kılıçlar geçerdi, kanardı her sevda. Şahin Uçar, belki de bu düşüncelerle yazdı mısralarını;
Ey ikiyüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İkiyüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Zamanın geleceğe açılan ön kapısının yanında, maziye açılan bir de arka kapısı olsaydı, kendimi her defasında orada mı bulurdum diye düşünüyorum. Beni kendine hayran bırakan, sakin, samimi bir ev sahibi mi olurdu yoksa ben siyah beyaz bir tablonun köşesine damlamış, aykırı bir renk mi olurdum onun içinde?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 22.01.2014)
KIYIYA VURAN YALNIZLIK
Yalnızlık bir medcezirdir benim dünyamda. Yüreğimin mevsimi değiştikçe o da bir gider, bir gelir. Tutkunu değilim yalnızlığın lakin onun suları ruhumdan çekildiğinde boşluklar doldurmaya başlar beni. Çoraklaşırım, beslenemem, gözlerim gizliden gizliye onu arar. O uzaklara gittiğinde, bir gün tekrar döneceğini bilmek bana huzur verir.
Zaman zaman, kıyıya vuran yumuşak dalgalar gibi sokulur yanıma. Bir gün batımında, kumların ılık sularla buluştuğu bir kıyıda zamanı, mekânı unutarak yürümek gibidir. Zihnim boşalır,