Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
idi. Daha cepheye gider gitmez savaşın gereksizliğini anlamıştı. Cengiz’in de şiir denemeleri olduğunu biliyoruz, fakat daha çok resme merakı vardı. Bu yönünü “Cemile” hikâyesinde görecekti okuyucular. Sabur bir gece cephede beş arkadaştan başka kimsenin olmadığı bir ateş etrafında şiirini okudu. Muhtemelen okuduğuna da pişman oldu. Ertesi gün sorguya çekildi ve hapsedildi. Daha sonra da sürgün edildi. Sabur o sürgünden döndü; ama bir daha insan içine çıkmadı. İnsanlardan ve insanlıktan ümidini kesti. Cengiz cepheye gitmese de ona bu ilhamı kim verdi, bugüne kadar kimse bilmedi. Diğer taraftan bu sahne eseri galiba 1983’te New York’ta sahnelendi. “Bir oyundan öte …” diye başlıklar atıldı. Öyleydi; zira savaştaki yıkımın ötesinde insanların insanlığında yıkım vardı. Her şeyden önce yazar Aytmatov, “her Mozart’ın bir Salyeri’si vardır” diyerek tarihi bir olaya da göndermede bulunuyordu. Mozart deli dolu, hayatla iç içe ve doğuştan müziğe yetenekli bir gençti. Saray onu yeni keşfetmişti. Sarayın müzisyeni ise Salyeri idi. Bulunduğu yüce makamın tehlikeye düştüğünü görünce Mozart’ı yok etmeyi kafasına koydu. Sonunda Mozart’a kendi ölüm rapsodisini yazdırmayı başardı. Acı olan tarafı ise Mozart neyi niçin yazdığını çok geç fark etmişti.
Bu liseli beş gençten dördü savaştan dönmeyi başarmış ve hepsi de önemli mevkilere gelmiş, sorumluluk almış, hatta bazıları evlenmişti bile. Aradan geçen çeyrek asırda epey geliştirmişlerdi kendilerini. Öğretmenlerini de çağırdılar Fujiyama’nın zirvesindeki pikniğe. Geceyi orada geçirmeyi planlamışlardı. Çadırlarını kurdular, ateşlerini yaktılar. Ayşe öğretmen de katıldı onlara. Ateşin etrafında toplandılar ve “günahlarını itiraf” etme oyunu oynamaya başladılar. Ne günahlar işlenmişti yarabbi. Sanki günahlarını itiraf ettiklerinde af olunacaklarmış gibiydiler. Hâlbuki lisede gördükleri Sovyet eğitimi onlara Tanrı’nın olmadığını öğretmişti. “Yüzene tüküreceğiz!” gibi laflar ediyorlardı. Ateşin etrafındaki günah çıkarma işlemi geç vakit yukarıdan aşağıda “taş atma” oyunuyla sona erdi. Kim daha uzağa atacaktı taşları. Sabah kalktıklarında ise aşağıda, dağın eteğinde yaşlı bir kadın başına aldığı bir taş darbesiyle ölmüş olarak bulundu. Sabur’u kim ihbar etti, yaşlı kadını öldüren taşı kim attı, hâlâ kimse bilmiyor.
Nihayet bütün yıkımıyla savaş bitmişti. Cengiz ve ailesi savaşı iliklerine kadar yaşayarak hayatta kalmayı başarmışlardı. Baba Törekul’dan hala haber yoktu. Kim bilir başına neler gelmişti. Ailenin açlık sınavı verdiğini, kıt kanaat geçinirken tek ineklerinin de çalındığını, Cengiz’in hırsızın peşine elinde tüfekle düştüğünü, kendisini ihtiyar bir adamın durduğunu anlatmaya gerek bile yok. Nitekim “Yüz yüze” hikâyesinde İsmail tiplemesiyle bu olayı anlatmıştı. Güya cepheye gitmek için çıkmıştı evden İsmail. Korkudan mı yoksa savaşın hiçbir şey kazandırmayacağını bildiğinden midir nedir bilinmez, İsmail geri dönmüştü. Geri dönmüştü dönmesine de eve gidecek, karısı Seyde’ye ve köy halkına görünecek yüzü bulamıyordu kendinde. Gizlice eve geldi, Seyde ile görüştü. Sonra yine karanlıklar içinde kayboldu. Karısı Seyde bir sabah uyandığında evin tek geçim kaynağı olan ineklerinin kaybolduğunu veya çalındığını anladı. İsmail, kendi evinin tek ineğini çalmış, kesmişti bile. Sonrasını anlatmaya bile gerek yok.
Sovyet yurtlarını savaşın tahribatından kurtarmak için genel bir seferberlik ilan edilmişti. Ülke veya ülkeler yeniden inşa edilmeliydi. Herkes çalışmalıydı, aydınlar da kalemlerini bu yolda yürütmeliydiler. Yazılarında herkesin çok çalışması gerektiğini anlatmalıydılar halka. Gece gündüz herkes işinin başında bütün gücüyle ülkeyi mamur hale getirmek için uğraşmalıydı.
1950’li yılların başıydı. Cengiz artık delikanlı olmuştu. Eli de kalem tutmaya başlamıştı. “Gazeteci Cüdo” diye bir hikâye yazdı 1952’de. Bir Japon gencinin gözünden “Sovyet rejimi”ni ve Stalin’i övüyordu. Babasını ortadan yok eden rejim bu rejim değil miydi? Osmonakun’un ifadesiyle daha sonra bu hikâyeyi yazdığı için “utanç” duymuştu.6 Pek de ilgi çekmedi zaten. Bir iki ufak tefek denemeden sonra “Cemile”yi yazdı. Sen misin yazan? Kılıçlar çekilmiş, bıçaklar bilenmiş vaziyette Moskova’daki bütün Sovyet edebiyat eleştirmenleri bir taraftan Kırgızistan’daki Kırgız eleştirmenler diğer taraftan Cengiz’i paramparça etmek için kalemlerini ellerine almışlardı. Kalemlerinin ucundan “kan” damlıyordu “mürekkep” yerine.
Masum bir aşkı anlattığını düşünüyordu; fakat böyle bir aşka ne Kırgızistan ne de Sovyet otoriteleri hazırdı. Evli bir kadın, üstelik kocası cephede savaşırken nasıl olur da bir başkasına âşık olabilirdi. Olmamalıydı. Öyle düşünüyordu herkes. Kimse “kadın”ın “sevme” hakkından bahsetmiyordu. Hikâyedeki Osman bile aynı fikirdeydi. Tuhaf değil miydi? Aslında Osman utancından yerin dibine batmalıydı. Kime göre?
Peki, niye yazmıştı Cengiz böyle bir romanı? Bu soruya cevap vermek kolay değil elbette. Dedik ya savaş yılları onu çelikleştirmişti diye. Yine o sıralarda aşk şarabını da içmişti. Niye içmesin ki artık 14-15 yaşlarında delikanlı olmuştu. Osmonakun’un ifadesiyle “… savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu” hissetmişti. Fakat “âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadın” idi.7 Örselenmiş genç bir ruha bu beklenmedik “aşk” ilaç gibi gelmişti. Onun ateşiyle yanıp tutuşmaya başladı; “… Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.” – diyordu Osmonakun. Hâlâ tartışılagelen Cemile’ye ne kadar da benziyor, değil mi? Cemile’ye benzeyen bu genç kadın da onun gibi neşeli ve al yazmalı birisiydi. Hayat işte, bazen kahramanlık yaşatır, bazen hüzün ve keder, bazen de acı olaylar. İşte tam da bu aşkı ve mutluluğu Seyit ile resmetmeye çalıştığı “Cemile” yüzünden başı derde girmişken yardımına iki büyük kalem erbabı yetişti.
Kazak halkının büyük yazarı, Abay’ın hayatını ölümsüzleştiren Muhtar Avezov çıktı ortaya ve bir yazı yazdı, yayınladı Moskova’da. “Bırakın!” diyordu Cengiz’in yakasını ve kalemini. Bir sene sonra da Fransız eleştirmen Louis Aragon bir yazı yayınlıyordu ve ona göre “Cemile dünyanın en güzel aşk” hikâyesiydi. Akıl alır gibi değildi; ama iki büyük kalem Cengiz’i müdafaa edince ucundan kan damlayan kalemler, çekilmiş kılıçlar ve bilenmiş bıçaklar yerine konuldu.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu defa “Yüzyüze”yi yazdı. Yine kıyametler koptu. Nasıl kopmasındı ki? Kahramanımız İsmail savaştan kaçmış, hırsızlık bile yapmıştı. Böyle şey olmazdı. Böyle şeyler Sovyet edebiyatı olarak çizilen çerçeveye uymuyordu. Büyük geliyordu veya yabancı. Ama Cengiz kalemi eline alarak ateşten gömleği giymişti bir kere ne kalemi bırakabilirdi ne de gömleği çıkarabilirdi.
“… Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder.” – Kırgız halkının büyük destanı Manas’ı keşfetti, onu okudu, onu dinledi, onu anladı ve nihayet hep onu yazdı. Ninesinden dinlediği masalların yanına artık Manas da yerleşmişti. Zaten daha küçük ve babasızken oradan oraya hayatın savurduğu zamanlarda iki dili birden çok güzel öğrenmişti. Şimdi de Manas’ın dilini çözüyordu. Manas ona çok şey anlattı, çok derin dünyalara, çok engin bozkırlara yol açtı. Manas destanı onun için sadece bir kahramanı tasvir etmiyordu, bunun yanında kültür hazinesinin, tarihin anahtarlarını veriyordu.
“O,
6
Osmonakun İbraimov.
7
A.g.e., s. 26.