Sovyet Öykü Seçkisi. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
dönerek ilk yazarlık faaliyetlerine başlar. İlk öyküsü olan Saşok (Сашок) 1906 yılında yayımlanır. Rusya’nın kuzeyine yaptığı yolculuklarda etnografya ve folklora ilgi duyar. 1907 yılında Korkusuz Kuşlar Ülkesinde (В краю непуганых птиц) adlı seyahat notlarından oluşan ilk deneme derlemesi kitabı yayımlanır. Bu yıllarda Petersburg’da ünlü edebiyatçılar Aleksandr Aleksandroviç Blok Dmitriy Sergeyeviç Merejkovski ve Aleksey Mihayloviç Remizov ile tanışır. I. Dünya Savaşı yıllarında savaş muhabirliği yapan yazarın yazıları Ekim Devrimi’ne kadar farklı gazetelerde yayımlanır. Avcılıkla ilgilenen, tarım konusunda bilgili olan ve doğayı iyi tanıyan Prişvin, Rus doğasını ve insanını araştırma merakını yaşamı boyunca sürdürmüş, bu konuda kaleme aldığı pek çok eser ile ‘Rus Doğasının Ozanı’ olarak Rus edebiyatındaki yerini almıştır.
KUTUP BALI
Şu sıralar en sevdiğim şey ara ara eskilerden birilerini hatırlayıp o kişiyi, onunla ilgili anıları bugüne taşımak. İşte o an, tıpkı televizyon ekranındaki gibi net bir görüntü sunan küçük saydam bir bardakta görmeyi arzuladığım o kişi belirir. Ekranda yakaladığın bu çok ilginç avı vurmana, kovalamana gerek yoktur, av eti bir işine yaramaz; biz hayat avcıları için ise yaşamın bu dakikasında kendi geçmişimizi yansıtmak öğretici olacaktır.
Yaşlıların pek çoğunun, özellikle de yaşlı kadınların çorap örerken böylesi bir av ile uğraştıklarını düşünüyorum. Kendi dadımdan biliyorum bunu, küçükken ona dikkatlice bakar ve “Dadı, nereye daldın gittin böyle?” diye sorardım. O da kendine gelir, örme işini bırakır, şişi yumağa saplayarak aceleyle “Geldim, geldim yavrucuğum,” derdi. Onu daldığı rüyadan uyandırdığıma üzülür, sonra da bunu telafi etmek için ona “Dadı, sen güzel güzel yaşamana bak, kötü şeyleri hiç aklına getirme. Ben büyüdüğümde, ayaklarımın üzerinde durmaya başladığımda hep senin yanında olacağım,” derdim. Ve köydeki yaşlı mujiklerin nasıl konuştuklarını hatırlayıp ona “Canım dadım, kendi ayaklarımın üzerinde durunca, sana ölene kadar ben bakacağım; ömrün boyunca seni kendi ellerimle besleyip, sana şarkılar söyleyeceğim,” derdim. Bunu söylediğim an dadım, tüm yaşanmış ve yaşanmamışlıklarıyla birlikte bana döner ve onca yaşına rağmen onu seven birisi olmasına sevinerek beni kucaklar, öper, mutluluktan ağlardı.
Bugün yaşlı insanların bizim gençken onları düşündüğümüz kadar kötü yaşamadıklarına inanıyorum. Uzun yıllar sonucunda edinilmiş tecrübelerin hafızada geçmişi canlandırması ve her bir parçanın kendi yerini bulması ne güzel.
Şimdi hatırlıyorum da 19. yüzyılın çocukları olan bizler Nil nehrinin ne kadar verimli olduğunu nasıl da kazımışız zihnimize. “Nil nehri neden verimlidir?” diye sormuştu öğretmenimiz. “Çünkü çamuru verimlidir,” diye cevap vermiştik biz de. Şimdi düşünüyorum da bizim Oka22 bile verimlilik anlamında Mısır’daki Nil nehrini aratmazmış. Baharda kapı önüne çıktığında her şeyin değiştiğini fark edersin. Ormanın, nehrin ve köyün nerede olduğunu unutturur insana. Oka nehri denize, köy ise onun adasına dönüşür ve her evin önünde arıları bu denizin üzerinden uzakta görünmeyen ormana götürmek için tahtadan bir kayık bağlanmıştır. Su, yatağından dökülmeye başladığında bizim kara toprağın verimli çamuru yıpranmış çimlerin üzerine çıkar ve geniş bir alanı kaplayan tüm bu çayırlar siyah kadifemsi bir görüntüye bürünür.
Hiçbirimiz coğrafya dersinde siyah kadife renkli çayırlık ile ilgili bir şey duymamıştık, ama o zaman çocuk halimizle gözlerimizle ve tüm ruhumuzla siyah kadifemsi çayırlıkta verimli toprağın çamurunu görmüştük ve bunun Nil nehrini verimli yapan çamurun ta kendisi olduğu hiç de aklımıza gelmemişti. Nil nehrinin verimliliği ile ilgili öğretmenimize verdiğimiz yanıtlar hem olumlu hem de olumsuz olarak değerlendirildi; ne var ki biz verimli toprağın ne demek olduğunu bilmiyorduk.
Su, çamurlu nehre doğru aktıkça toprağın altına doğru gider, yağmurlar çamurun kadifemsi katmanını aşağıya doğru çökeltir, yeşil otlar yavaş yavaş doğal gübreyle örtülür, ıhlamur ve meşe ormanlarından oluşan Oka’nın ardındaki çayırlıkta arılar uçar. İşte bu çıplak ilkbaharın gelişiyle drenaj kanalında bir sürü söğüt ağacı boy verir. Bu, dolgun ve sarı taneleri olan hoş kokulu çiçeklerin çıplak dallarını yeni yeni süsleyen nisan gelinidir. Bunun gibi binlerce küçük ağaç su kanalında hayat bulur ve her ağaca yetecek kadar misafir vardır. Arılar, yaban arıları, kelebekler uçuşur ve hepsi aynı anda ses çıkardığında kelebeklerin sessizliğine şaşarsın. Arıların vızıltısından önce kelebekler masum nisan gelinine şefkatle dokunur ve “Söz gümüşse sükût altındır” sözü nihayet tam anlamıyla karşılığını bulur. Güneş, gökyüzü, çiçekler, arılar sabahtan akşama kadar birlikte çalışır ve her geçen gün daha çok bal toplarlar kovana. Bizim Oka’nın çocuklarımızın yüreğine kazınması için şairlerimizin Oka’nın ardındaki kadifemsi çayırlığı çoktan meşhur etmiş olmaları gerekirdi. Bundan sonra zaten bizimkiler hiç verimli toprak görmedikleri için Oka’nın namı Mısır’daki Nil nehrinin namını otomatik olarak geçerdi.
Ne arıcılar vardır ama Oka’da! Hele bizim zamanımızda bir komşumuz vardı İvan Ustinıç diye. Çalıların arasından onu gizlice izler, kafamı çevirmekten, dalları hışırdatmaktan ve arıların dikkatini üzerime çekmekten korkardım. Yüzünü arılardan korumak için hiçbir zaman maske takmazdı. Ha, bu arada size nasıl bir yüzü olduğundan bahsedeyim. Yüzü ak sakalla örtülmüş koyu kırmızı renkli iri bir elmaya benziyordu. Maske takmamasına karşın arılardan korunmak için sürekli olarak duman verirdi. Kadınların yüksek bel etekleriyle adeta uçarak geldikleri ve herkesin “Arılar oğul veriyor!” ya da “Ustinıç ganimet gibi arı topluyor!” diye müjde verdikleri bazı özel günler de oluyordu. Bir keresinde çalıların arasından o gri renkli arı bulutunun yükselişini ve o bulutun arasında elinde büyük, ıslak ve akağaçtan yapılma bir süpürgeyle korunmasız ve dimdik duran Ustinıç’ı görme şansı bulmuştum. Ellerini ve yanaklarını sokmasınlar diye binlerce canlıdan oluşan bu sürünün kaderini kendi lehine çevirmek için fırsat kollarcasına hiç dikkat çekmiyordu. Uygun zamanı kolluyor ve ondan sonra sert bir şekilde bu gri bulutun üzerine doğru süpürgeyi sallıyor, onu su dolu fıçıya daldırıyor, süpürgeye biraz daha yağmur suyu ekliyor, tekrar tekrar ekliyor ve sonra arılar çökmeye başlıyor ve çit bitkilerinin içinde kara bir yumak haline dönüşüyorlardı.
Henüz çocuk yaşımla bile yaptığım, insanları anlayıp sınıflandırmaya başladığım o günden bu yana böyle bir usta görmemiştim. Birilerinin kendi için yaşadığını, diğerlerinin ise herkese hizmet ettiğini ve bu çalışmaya hizmet dendiğini anladığımda diyebilirim ki tüm çalışanlar ve patronlar içinde bence gerçek anlamda bir tek İvan Ustinıç hizmet etmiştir.
Geçmişin derinliklerinde kalmış çocukluk dönemimin üzerinden 70 yıl geçmiş! Buna rağmen, yanımızdaki safkan Oryol tırıs atlarının üretildiği harada muhteşem bir kısrağın doğduğunu çok iyi hatırlıyorum ancak birkaç gün sonra kısrağın doğuştan kör olduğu anlaşılmıştı. İvan Ustinıç kısrağı kendine aldı, dışarı çıktı ve ona Kör Kısrak demek yerine nezaketen olması gerektiği gibi Zina adını verdi. Ve kısa zamanda bu kısrağın ona çok faydası dokundu. Her şeyden önce Ustinıç’e harika yavru atlar verdi; dahası belki de, özellikle bu Zina sayesinde gezici arıcılık fikri aklına geldi. Bu fikrin ondan mı yoksa bir bilgeden mi çıktığını ya da bir yerden mi aldığını söylemek zor. Keza İvan Ustinıç’in
19
20
Rusya’nın Avrupa sınırına yakın, Volga nehrinin büyük kollarından biri. (ç.n.)