Binbir Gece Masalları. Неизвестный авторЧитать онлайн книгу.
ve birbirimizle konuşmaya başladık:
‘Allah biliyor ya kendimizi denize atıp boğulsak yeridir. Böyle bir ölüm, pişirilmekten daha az korkunç…’
Bir diğeri: ‘Hey siz! Sözlerime kulak verin. Onu öldürelim. Müslüman kardeşlerimizi de onun zulmünden kurtarmış oluruz!’ dedi.
Ben: ‘Dinleyin beni kardeşlerim! Eğer onu öldürmekten başka çaremiz yoksa önce bir miktar tahtayı deniz kıyısına taşıyalım ve orada kendimize bir sal yapalım. Onu öldürmeyi başarırsak üzerine biner ve Allah’ın izniyle buradan uzaklaşırız. Yoksa bir gemi geçip de bizi alıncaya kadar burada beklemeye mecburuz. Eğer onu öldürmeyi başaramazsak da yine sala biner, denize açılırız. Boğulursak da en azından boynumuzun kırılmasından ve ateşte pişirilmekten kurtulmuş oluruz. Kaçarsak kaçarız. Kaçamazsak şehit oluruz.’ dedim.
‘Allah biliyor ya söylediklerin doğru.’ dediler.
Benim söylediklerimde hemfikir oldular ve tahtaları taşımaya koyulduk.
Tezgâhın yanındaki tahtaları kıyıya taşıdık ve bir sal yaptık. Sonra onu kıyıya bağlayıp yiyecek ne varsa istifleyerek kaleye geri döndük. Akşam olur olmaz yine yer sarsıldı ve dev, ısırmak üzere olan bir köpek gibi hırlayarak üzerimize geldi. Yanımıza gelip teker teker hepimizi yokladı ve daha önce yaptığı gibi içimizden birinde karar kıldı. Zavallıyı yedikten sonra tezgâhın üzerinde uykuya dalıp gök gürültüsünü andıran horlamasıyla uyumaya başladı. Uyuduğuna emin olur olmaz iki tane demir şiş aldık ve onları kızgın ateşte bir güzel ısıttık. Sonra şişleri sıkıca kavrayıp devin yanına geldik ve gözlerine saplayıp iyice bastırdık. Şişleri tüm gücümüzle itiyorduk ki yaratık kör olsun. Bizim şişleri saplamamız üzerine dev, çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Korkudan iliklerimize kadar titredik. Aniden tezgâhın üzerinden fırlayıp el yordamıyla bizleri aramaya başladı. Arkadaşlarım ve ben sağa sola kaçmaya başladık. Kör olduğundan bizi göremiyordu fakat biz yine de onun karşısında dehşete düşüyor, hayatımız için endişeleniyorduk. Sonra el yordamıyla kapıyı buldu ve çıkıp gitti. Gürleyişinden yer sarsılıyordu. Hepimiz dehşete düşmüştük. Nihayet kendimizi toparlayıp kaleden çıktık ve salı yaptığımız yere geldik. Birbirimize:
‘Eğer bu lanet yaratık gün batımına kadar gelmezse öldüğüne emin olabiliriz ama olur da gelirse Allah’a tevekkül eder, salımıza atlar, yola çıkarız.’ diyorduk.
Biz bunları der demez siyah dev, gulyabani gibi iki arkadaşıyla birlikte ortaya çıktı. Arkadaşları, ateş gibi kırmızı gözleriyle kendisinden daha iğrenç ve daha korkunçtu. Onları görmemiz üzerine derhâl salımıza atladık, bağı çözdük ve denizde yol almaya başladık. Devler bizi görünce bağırmaya ve deniz kıyısına koşmaya başladılar. Üzerimize attıkları taşların bir kısmı bize isabet ediyor, bir kısmı denize düşüyordu. Bütün gücümüzle kürek çekerek taşlarının ulaşamayacağı bir mesafeye kadar geldik. Fakat arkadaşlarımın çoğu devlerin attığı taşlar yüzünden ölmüştü. Dalgalar ve rüzgâr bizi sağa sola savuruyor ve hepimizi yutacak büyüklükte bir girdabın ortasına sürüklüyordu. Nereye gittiğimize dair bir fikrimiz yoktu ve yanımdaki arkadaşlarım birer birer ölüyordu. Nihayetinde üç kişi kalmıştık. Olur da biri ölürse onu denize atıyor böylece yükümüzü hafifletiyorduk.
Açlık hepimizi yorgun düşürmüştü fakat yine de cesaretimizi topluyor ve birbirimizi teşvik edecek sözler söyleyip hayatımız için tüm gücümüzle kürek çekiyorduk. Sonunda rüzgâr bizi bir adaya getirdi. Yorgunluk, açlık ve korkudan kendimizi kaybetmiştik; âdeta ölü gibiydik. Kıyıya vardığımızda bir süre adanın etrafında dolaşmaya başladık. Bu ada kuşları, ağaçları ve akarsuları ile âdeta bir cennet gibi gelmişti bize. Meyvelerden yiyip karnımızı doyurduk. Devden kurtulduğumuz ve denizden sağ salim çıkıp kıyıya ulaştığımız için çok mutluyduk. Akşam olunca yattık; fakat tam uykuya daldığımız sırada gözlerimizi kapatmamızla rüzgâr uğultusuna benzeyen bir ıslık sesiyle uyanmamız bir oldu. Ayağa kalktığımızda karşımızda ejderhaya benzeyen kocaman bir yılan gördük. Daha korkunç olanıysa bu canavarın etrafımızı kuşatmış olmasıydı… Birden kafasını kaldırdı ve arkadaşlarımdan birini yakalayarak yuttu. Zavallının kaburgalarının kırılma sesini duyabiliyorduk. Sonra yoluna devam etti. Bizlerse müthiş bir hayret içindeydik. Arkadaşımız için üzülüyor, kendi hayatımız için endişe ediyor ve:
‘Allah biliyor ya bu korkunç bir şey… Karşılaştığımız her ölüm, bir öncekinden daha dehşet verici. Siyah devden ve denizin tehlikelerinden kurtulduğumuza seviniyorduk fakat şimdi çok daha kötü bir durumdayız. Galip olan Allah’tır. Onun dilemesiyle devden ve boğulmaktan kurtulduk fakat bu iğrenç canavardan nasıl kaçacağız?’ diyorduk.
Bir süre adada dolaştık. Ağaçlardaki meyvelerden yiyor, derenin sularından içiyorduk. Güneş batınca da yüksek bir ağaca çıkıp uyumaya başladık. Hava iyice kararınca dehşet verici bir yılan çıkageldi. Önce sağına soluna bakındı, sonra da bizim bulunduğumuz ağaca tırmanıp arkadaşımı yutuverdi. Bu görüntü, beni dehşet içinde bırakmıştı. Zavallı arkadaşımın kemiklerinin kırılma sesini duyabiliyordum. Arkadaşımı bir güzel yuttuktan sonra da ağaçtan aşağı kaydı. Gün ağarıp da yılanın gittiğini görünce aşağı indim. Korkudan ve acıdan âdeta ölü gibiydim. Kendimi denize atmayı ve bu dünyanın kederinden tamamen kurtulmayı düşündüm fakat buna cesaret edemedim. Ne de olsa hayat bu. Böyle bir durumda bile vazgeçemiyor insan… Ben de uzun ve geniş beş parça tahta buldum. İki tanesini ayaklarıma, iki tanesini de göğsümün sağ ve sol tarafına bağladım. En geniş ve en uzun olanınıysa kafama bağlamıştım. Sonra sırtüstü uzandım. Her yerim tahtalarla kaplıydı ve bu hâlimle âdeta bir tabutun içinde gibiydim. Hava kararır kararmaz yılan geldi ve yanıma yaklaştı fakat beni çevreleyen tahtalardan dolayı amacına ulaşamadı. Beni yemeyi başaramayınca etrafımda dolanmaya başladı. Bu arada ben de onu seyrediyordum. Korkudan neredeyse ölüyordum. Arada bir yanımdan uzaklaşıyor fakat bir zaman sonra geri geliyordu. Yanıma yaklaşma teşebbüsleri, kendimi bağladığım tahtalardan dolayı her seferinde sonuçsuz kalıyordu. Güneş doğuncaya kadar hep çevremdeydi. Sabah olur olmaz da büyük bir öfke ve şiddetli bir hayal kırıklığıyla yanımdan uzaklaştı.
Yılan uzaklaştığında kendimi çözdüm. Acıdan ve korkudan yarı ölü bir hâldeydim. Adanın kıyısına indim ve etrafı izlemeye koyuldum. Tam da bu sırada denizin ortasındaki bir gemi gözüme çarptı. Kocaman bir ağaç dalını elime aldım ve onunla gemidekilere işaret ettim. Uzunca bir süre bağırdım. Onlar da beni görmüş ve birbirlerine:
‘Şu gördüğümüz şeyin yanına gidelim ve ne olduğuna bir bakalım. Belki de bir insandır.’ demişler.
Kıyıya yanaşıp beni gemiye aldılar ve başıma gelenleri sordular. Ben de onlara baştan sona tüm maceralarımı anlattım. Hikâyem hepsini şaşkına çevirmişti. Üstüme başıma giyecek bir şeyler verdiler. Dahası yemek ikram ettiler. Ben de karnımı iyice doyuruncaya kadar yedim. Ama ruhuma ferahlık veren asıl şey, lezzetli ve taze suya kavuşmamdı. Artık çok rahattım. Yüce Allah beni âdeta ölüyken diriltmişti. Ben de Rabb’ime merhameti ve lütufkârlığı için şükrettim. Büyük bir felaketten sonra yeniden hayat bulmuştum. Bir zaman sonra çektiğim bütün acıları sadece kötü bir rüya olarak kabul ettim. Sakin bir rüzgârla bir süre daha yol aldık. Ta ki yüce Rabb’imiz bizleri sandal ağacıyla meşhur El-Salahitah Adası’na ulaştırıncaya kadar… Kaptan demir attığında tüccarlar mallarını indirdi ve bir süre kendi ticaretleriyle meşgul oldular.
Sonra kaptan bana dönerek:
‘Şimdi beni