Sultanlığın Sonu. Омер СейфеддинЧитать онлайн книгу.
bahsederdi. Hasılı tam bir salon adamıydı.
“Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor, anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı:
“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi, “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”
“Bununla beraber asilsiniz.”
“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont…”
“Marki, marki…”
“Evet, marki.”
Nermin Bey:
“Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim!”
Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:
“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil.. Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”
Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:
“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”
Efruz Bey, bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:
“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi, “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”
....
Zırtaf’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslam’la Arap imparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyine nasıl girip çıkarsa şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilat-ı mahsusalara, cemiyet-i hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor, kumarda, sefahatte harcettiği paraların membasını kimse, hatta kendi bile bilmiyordu.
“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşîler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini, gizli bir kabileciktir. İddiası, bütün Araplardan, büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Malezya, Türkiye dâhil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelitarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt, cihanı baştan başa istila etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaf’tır.”
Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semî hatırasıyla:
“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt…” dedi.
“Hayır efendim, Zırtaf… Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaf’tır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta Muallakat’ta bile telmih olunmuştur.”
Efruz Bey:
“Rica ederim, bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.
“Peki anlatayım. Hicret’ten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı.
Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki havan topu gibi patlayan bir seda ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti, bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf ‘secf’in cemidir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu seda ‘Sücufüzzırtaf’ diye evvela kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”
Efruz Bey:
“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi.
Prens Eternel Kâmuran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
“Pek bedii bir levha… Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey uyuyor, yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir seda, bütün bu sakin ufku dolduruyor: ‘Zırt…’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzusu olamaz.”
Vakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu. Zırtaf’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca, besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabii bir sedanın hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı.
Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.
Nermin Bey: “Asaletmeaplar!” dedi, “Vakit geçti, artık dağılsak…”
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Circle’si” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta, garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini