İsfahan'a Doğru. Пьер ЛотиЧитать онлайн книгу.
ve sarı renkli kayalar arasında bir cehennem kapısına benzeyen dar bir yarıktan bu yeni şeddin kalınlığı içine daldığımız vakit güneş batmaya başlamıştı. Birdenbire etrafımızda düşman bir âlem, korkunç bir muhit bulduk ki orada hiçbir ağaç yok. Fakat her yanda etrafı keskin, açık sarı veya esmer kırmızı renkte büyük taşlar yükseliyor. Bir dere, bu dehşet mıntakasından kaynayarak geçiyor. Bulanık ve tuzlu suyu madenî yeşil lekeleri içeriyor… Sanki bir bakır eriğiyle sabun köpüğü akıyor. Burada madenî âlemin esrarına nüfuz etmiş olmak ve uzvî bayatı hazırlayan ve ona öncelik arz eden gizli teşkilatı elde etmek arzusu duyuluyor.
Güneşin batmış olacağı bir saatte bu zehirli dere boyunca yürüdüğümüz sırada işte berbat bir köy, daha doğrusu bir kaya ve kara kulübeler yığını… Etrafında ne bir ot, ne bir yeşil yosun görülüyor. Oradan çıkan kadınlar bizi seyretmek için alaycı ve saldırgan bir tavırla başlarında saçlarını saklayan koyu renkli bir örtü ile ilerliyorlar. Bunların hepsi çok güzel ve gözleri çok boyalı…
Vahanın güzel orakçı kadınlarından daha esmer ve daha başka bir tipte, ilk tesadüf ettiğimiz bu göçebeler İran’ın cenubunda yüksek yaylalar üzerinde binlerce yıldır yaşarlar. Bunlar hükûmete muti değillerdir ve hırsızlıkla geçinirler. Civardaki köyleri ve bazen sağlam şehirleri silahla kuşatarak onları fidyeye bağlarlar.
Sürülerin dönme zamanı… Bunlar her taraftan ağıllarına doğru koşuyorlar. Şüphesiz meralar bulunan daha yüksek yerlerden iniyorlar. Büyük kayaların çeşitli yarıklarından takım takım öküz ve keçilerin baş aşağı kara dereler gibi aktıklarını görüyoruz. Göçebelerin bu hayvanları fakir kulübelerinin damları ve kadınlarının esvabı gibi umumiyetle siyahtır. Onlarla beraber gelen çobanlar da iri, yabani ve mağrur adamlardır. Değnekten başka omuzlarında bir tüfek, kuşaklarında kılıç ve bıçak taşıyorlar. Gurup vakti bu çirkin dere boyunca pek dar ve pek eğri bir vadide bütün bu adamlara ve hayvanlara tesadüf ediyoruz. Bu karşılaşma bizim kervanı bir an karıştırıyor ve yük katırlarından birine bir öküz boynuzuyla çarparak yüküyle beraber onu yere seriyor.
Gece, dünkünden daha müthiş daha tehlikeli bir karışıklık içinde kalıyoruz. Çünkü bu öyle bir karışıklık ki çözülüyor, bozuluyor, her yerde yeni yığınlar, taze yarıklar var. Bazen dün yerinden kopup da düşerken ilişmiş gibi görülen koca kayalar başımızın üzerinde eğilmiş duruyorlar. O vakit kervanbaşı, bir laf söylemeden, parmağının ucunu kaldırarak işaret ediyor ve bu tehlikeler altında zaruri bir sükûnet muhafaza ederek daha yavaşça geçiyoruz.
Derelerin, şelalelerin mecrasını takip ederek yükseliyoruz. Bunlar zaman ile kendilerine bir yatak kazmışlar yahut kervanların bıraktıkları ufak izlerden istifade etmişler; her vakit geçtikçe artan karanlık içinde hayvanlarımızın gürültülü ayakları altında su çırpıntılarını işitiyoruz ve kurbağaların sert haykırışları yer yer aksediyor. Yan yana gitmekte bir fayda olmuyor. Dev gibi kayalar arasında birbirimizi devamlı kaybediyoruz.
Gök yıldızlarla dolu… Fakat hususiyle Zühre hayrete mucip surette parlıyor ve bizi biraz aydınlatıyor. Gece yarısında çok yükseğe çıktık, eğilen ve cam gibi kayan belirsiz yol nişanelerinde uçurumların üstünde, kenarında ve hizasında yürüyoruz.
Nihayet işte bir dağın eteğine geldik ki evvelki gibi dik, aynı basamaklı ufak ve korkunç döner merdivenler, beygirlerimiz bütün ayağa kalkarak keçiler gibi tırmanıyorlar, gene bir saatten ziyade bu baş döndürücü tırmanmaya başlamak lazım, ölmüş katırların bu duvar boyunca dizilmiş leşlerinden çıkan iğrenç koku içinde bu hücum inanılmayacak bir şey…
Dünkü gibi kendimizi birdenbire tepede bulup sevindik. Birdenbire topraklı ve çimenli bir ovaya kavuşmak sevinci, evvelki konak yerinden altı yüz metre kadar daha yükseğe çıkmışız. Hareketimizden beri ilk defa hakiki bir serinlik duyduk. Lezzetle dinleniyoruz.
Lakin bu akşamki ova önümüzde görünen dağların üçüncü katının eteğinde uzun bir taraçadan başka bir şey değil. Bir nevi balkon ki ancak yarım fersah derinliği var denilebilir; arzı bazı hadiselerden husule gelmiş eski yarıklar hesapsız asırlar devamınca çürümüş, bitkiler ve kıraç topraklar ile dolarak havaî bir cennet olmuş, dünyanın artan kısımlarından ayrı ufak bir Arcadi yaylası… Haşhaş tarlalarından geçiyoruz ki çiçekleri beyaz ipekten büyük kâselere benziyor. Sonra buğday tarlaları geliyor. Aşağıdakileri daha henüz yetişmemiş. Gündüz ne güzel bir yeşillik olacaktır.
Rahatça bir saat yürüdükten sonra ağaçlar arasında ışıklar görünüyor ve uzakta bekçi köpekler havlamaya başlıyor: Burası Konorice’dir. Geceyi geçireceğimiz köy… Biraz sonra etrafını gölgelendiren güzel hurma ağaçları, ufak cami, bütün beyaz taraçaları fark ediliyor ki yıldızların ziyası bunları mavimsi yapıyor. Köyde bir gece eğlentisi olmalı. Çünkü darbuka ve zurna sesleri ve ara sıra kadınların sevinç haykırışları işitiliyor. Cezayir’deki Arap kadınlarının sesi gibi sert ve keskin…
Gece yarısı birdenbire yüksek hurma ağaçları altında bastığımız bu pek ücra, eski ve saf musikileriyle dolmuş küçük köyü Şark’ın ve mazinin nasıl bir sihir ve letafet ile çevirmiş olduğunu tarif edemem. Lakin benim uşağım ki mecazdan anlamaz ve kelimeleri yalnız hakiki manalarında kullanır bir gemicidir, korkarak kendi meftuniyetini bana şu sade tabirlerle ifade ediyor: “Bu köyde bir hâl var… Sihirli bir hâl!”
Doğan güneşin parlak ziyalarına karşı kırlangıçların, serçelerin ve çayır kuşlarının çılgın konseri var. Gök ve uzaklar tamamen berrak, köyde ve tarlalarda cennet gibi bir sükûnet… Burada bin beş yüz veya bin sekiz yüz metre yüksekliğinde, o kadar saf bir hava içindeyiz ki insan hayata ve gençliğe tekrar kavuştuğunu hissediyor ve böyle bir havada uyanmak ve çıkmak bir zevktir.
Katırcılarımızın hayvanlarımızla beraber yattıkları kerpiçten hücrelerin üstünde bulunan yegâne bir odada -tabii toprak duvarlar arasında- uyuduk. Kervansarayın bir çayır gibi otla kapanmış çatısı bu sabah bize bir gezinti mahalli oluyor. Yanımızdaki taraçada da otlar aynı suretle bitmiş ve orada insanlar sabah namazı kılıyorlar. Belleri sıkı uzun libasları ve havalanan cepkenleri ve taç gibi külahlarıyla mütevazı kıyafetlerinde eski kralların eşkâli var. Kalın duvarlı ve kemerli kapılı eski evlerin öte tarafında mahdut ve sakin ovanın develeri, uzun yeşil buğday ekinleri ve arada beyaz mermer lekeleri bırakan bazı haşhaş tarlaları ve her vakit İran’ın bu Cibal dağları ki biz çıktıkça göğe yükseliyor gibi görünüyor ve her defasında önümüze yeni bir tabaka arz ediyor.
Bütün gece yürüyerek Şiraz’dan inen veya bizim gibi Buşir limanından çıkan kervanlar geliyorlar; muhtelif cihetten katırların çıngırak sesleri kuşların şarkılarına karışıyor. Çobanlar dağa doğru karakeçi sürülerini götürüyorlar. Köyün yollarında ince yapılı ve bıyıklı süvariler çakmak taşıyla ateş alan uzun eski tüfekleriyle dörtnala koşuyorlar. Burada hayat eski zamanlardaki gibidir. Evvela yakıcı çöllerin, sonra iki üç kat uçurumların ve vahşi dağların muhafaza ettiği bu küçük ve tenhalıklar ortasında kaybolmuş köy mesut bir hareketsizlik muhafaza etmiştir.
Oh! Bunun rahatı! Hele yakında terk ettiğimiz Hindistan, büyük sanat işleriyle kutsallarına tecavüz ve nesi varsa yağma edilmiş zavallı Hindistan ile aralarındaki tezat! Birinde mutlak istirahat ve sükûnet, ötekinde fabrikalar ve demir işlerinin uğursuz sirayeti yüzünden şehirlerin halkı hâki rengi esvap ve mantarlı kasket giyen o hırçın Garp efendilerinin kırbaç darbesi altında koşuyor ve eziliyorlar.
Akşamın saat beşine mahsus güzel bir aydınlıkta bu sihir ve letafet